Rahmet peygamberi Sitesi

Dünya İslam Birliği - Uluslararası Peygamberi Tanıtma ve Destekleme Komisyonu

m029.jpg

Kur’an kelimesinin kökü • Diğer isimleri • Kur’an’ın yazımı (Dipnot) • Hazret-i Muhammed’in mucizesi midir? • Kur’an-ı Kerim’in muhtevası • Kur’an-ı Kerim’in Hazret-i Muhammed’e indirilişi • Kur’an’daki 6666 ayetinin rakamsal sayımı • Kur’an, Doğu’nun en şiirsel Kitabı’dır • Goethe’nin Kur’an hakkındaki fikri • Kur’an nasıl korundu? • Şair Lebid’in Müslüman oluşu • Müslümanların Kur’an’a gösterdikleri saygı • Bir Yasa kitabı olarak Kur’an • Kitab-ı Mukaddes ile arasındaki farklar • Ernest Renan’ın Kur’an hakkındaki sözleri • Müslümanların ulûhiyet anlayışı • Hindular ulûhiyeti nasıl tanımlıyorlardı? • Hazret-i Muhammed’in (sav) Hazret-i İsa’ya saygısı • Kur’an’a göre Hazret-i Meryem’in (r) hamileliği • Üç Şahit’le ilgili ayetler  • Teslis meselesi (Dipnot) • Hazret-i İsa’nın  (a) dünyaya döneceği inancı • Hazret-i İsa için Hazret-i Muhammed’in türbesinde ayrılan yer • Kur’an’ın genel değerlendirmesi • Kur’an’ın analizi • İslam fatihleriyle Roma papalarının karşılaştırılması • M. Jurieu’nun değerlendirmesi • Yahudiliğin kendine özgü yapısı • Dört İncil (Dipnot) • Konstantin döneminde Hıristiyan Kilisesi • İlah’ın zihinsel portresi görülebilir bir put ile asla uyuşmaz • İslamiyet’in kılıçla yayıldığı propagandası büyük bir yalandır • İslamiyet’in insanlığa hizmeti.

ur’an kelimesi Arapça’da okumayı ifade eden “Kara’e” fiilinden türetilmiştir. Kur’an da “Okuma” ve “Okunmaya değer olma” gibi anlamlara gelir. Kur’an’ın bunun dışındaki isimlerinden bazıları şunlardır: Kitab, Allah’ın Kitabı, Kitab-ı Kerîm (=Kutlu Kitab), Kelam-ı Şerîf (=Değerli Söz), Furkân (=İyiyi kötüden, hakkı batıldan ayıran), Tenzîl (=Gökten indirilme).[1]
Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’in sadece ilahî kaynaklı olduğuna değil aynı zamanda ezelî, yaratılmamış ve ebedî olduğuna da inanırlar. Beyanındaki icazdan dolayı Kur’an, Hazret-i Muhammed’in (sav) daimî mucizesi kabul edilir. Yine Müslümanlar, Yüce Allah’ın ilk olarak Levh-i Mahfuz’ı, ardından Kalem’i yarattığına inanırlar. Büyük bir mücevher olan Levh-i Mahfuz, tek parça inciden yaratılmış, insanların iyi kötü bütün işleri Kalem’in nurlu mürekkebiyle buraya kaydedilmiştir.
Cebrail (a), Levh-i Mahfuz’dan aldığı Kur’an-ı Kerim’i Ramazan ayının bir gecesi (Kadir Gecesi) Hazret-i Muhammed’e (sav) tebliğ etmiştir. Kur’an, kısmen Mekke, kısmen de Medine’de Hazret-i Muhammed’e vahyedilmiş ve bu, toplam yirmi üç yıllık bir zamana yayılmıştır. Cennetin değerli taşlarına yazılıp ipeklere sarılan Kur’an, Cebrail (a) tarafından her yıl bir kez Hazret-i Muhammed’e hatmettirilirdi. Vefat ettiği sene, iki kez hatmettiği rivayetlerde geçmektedir.
İnen bütün Kur’an ayetleri vakit geçirilmeden dönemin yazı malzemelerine yazılarak muhafaza edilmiş ve sûreler tamamlandıkça Cebrail’in (a) talimatları doğrultusunda Peygambere bildirilmiştir. Hemen bütün âlimlerin ifadelerine göre indirilen ilk vahiy, 96. Alak sûresinin şu ayetleridir:
“Oku. Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Kerem sahibi Rabbin kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.”[2]
Hazret-i Muhammed’e (sav) indirilen ayetler, O’ndan dinlenirken kâtipler tarafından hemen yazılırdı. Sonra bunlar sahabe arasında yayılırdı. Birçok sahabe bu ayetleri ezberler, bazıları da şahsî kullanımı için bir kopya daha yazdıktan sonra aslını iade ederdi. Kur’an ayetlerinin yazılı olduğu deri, kemik vesaire bir sandık içinde muhafaza edilirdi.
Kur’an-ı Kerim 114 sûreden oluşur. Bunların uzunlukları arasında çok büyük farklar mevcuttur. Kur’an’ın 114 bölümünden her birine Sûre denir. Sûre kelimesinin çoğulu Suver’dir.[3] Bazı sûreler iki veya daha fazla temayı işlemektedir. Daha önce de ifade edildiği gibi ayetlerin bir bölümü Mekke’de bir bölümü Medine’de indirilmiştir. Bu farklılık, her hangi bir meselenin ele alınışındaki farklılığı da izah eder niteliktedir. Her sûre farklı uzunluklara sahip ayetlere bölünmüştür. Dokuzuncu sûre (Tevbe) dışında bütün sûrelerin başında Besmele (Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla) yer alır.[4]
Kur’an, Müslümanlar tarafından en büyük mucize sayılır ve ölüleri diriltme mucizesiyle bir tutulur. Müslümanlara göre Hazret-i Musa (a) ve Hazret-i İsa (a)[5] gibi büyük peygamberlerin mucizeleri zamana bağlıdır. Hâlbuki Hazret-i Muhammed’in (sav) mucizesi olan Kur’an-ı Kerim daimî ve ebedîdir. Dolayısıyla bu mucize, geçmiş çağların bütün mucizelerinin üstündedir.
Kur’an, edebiyat açısından bakıldığı zaman Doğu’nun en şiirsel Kitabı’dır. Büyük bölümü, manzul nesir olan Kur’an, yeryüzünün bir bölümünde hâkim olan edebî zevke uygundur. Arabistan’ın orijinal lehçesi olan Kureyş lisanıyla indirilmiş ve diğer lisanlar gerçekten az karışmıştır. Kur’an-ı Kerim’in Arap Dili açısından bir mihenk ve delil olduğunda şüphe yoktur. Goethe’nin dediği gibi Kur’an, ilk anda okuyanı pek memnun etmezse de sonra füsunuyla cezp eder, ardından da güzellikleriyle okurunu tamamen teslim alır.
Hazret-i Muhammed (sav) hayatta iken Kur’an-ı Kerim’in yazılı olduğu sayfalar muhafaza ediliyordu. Hazret-i Ebu Bekir (r) hurma yaprakları, deri ve kemik parçaları üzerine yazılı olan Kur’an ayetlerini bir Mushaf hâlinde topladı. Sonra bu Mushaf, Hazret-i Ömer’in (r) kızı Hazret-i Hafsa’ya (r) emanet edildi. Ancak değişik illere dağılan nüshalarla orijinal nüsha arasında fark görülmesi üzerine Hazret-i Osman (r) Hicret’in otuzuncu senesinde orijinal nüshayı esas alarak Kur’an nüshalarını çoğalttırdı. Hatalı nüshaları da toplattı.
Kur’an’ın yüksek niteliklerini layıkıyla takdir etme noktasında şu bilinmelidir ki Hazret-i Muhammed (sav) döneminde Arap Dilinin ifade, fesahat ve belagati çok ilerlemişti. O devirde şiir ve hitabet olağanüstü itibar gören dil sanatlarıydı. Müslüman yazarlardan biri der ki: “Kur’an-ı Kerim’in mucizesi, onun fesahat, belagat ve uyumundadır. Arapça bilmeyen bir adam dahi Kur’an’ı dinlediğinde, diğer Arapça metinlere olan üstünlüğünü hemen belirtir. Her hangi bir metne aktarılan bir Kur’an ayeti o yazının içinde bir yakut parçası gibi durur. Göz kamaştıran mücevherler gibi parlar. Kur’an’ın belagati, vahyedildiği günden beri âlimleri hayran bırakmaktadır.”
Hazret-i Muhammed (sav), halkına ölümsüz bir mucize kabul edilen Kur’an ile yönelmiş, davetini onunla desteklemiştir. O dönemde Arabistan’da çok sayıda bulunan Arap şair ve hatiplerinin tamamını tek bir âyetinin benzerini dahi söyleme noktasında çaresiz bırakmıştır.[6]
  Rivayete göre, Kâbe duvarlarına asılı (muallakât) şiirlerden birinin sahibi olan tanınmış Arap şairi Lebid, Hazret-i Muhammed (sav) davetini ilan ettiği dönemde putperestti. O, şu beytin sahibi olan büyük bir şairdi:
Allah’tan gayri boştur her şey
Yokolmaya mahkûm her nimet.
Şair Lebid’e bu meâlde benzer bir beyit söyleyecek hiç kimse çıkmamıştı. Büyük şair, Bakara sûresinin Kâbe kapısında asılı ilk ayetlerini görünce, bunların ancak ilahî vahiyle söylenebileceğine inanarak Müslüman oldu.[7]
Lebid’in Müslüman olmasına vesile olan Kur’an ayetleri şunlardı:
“O Kitab (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.* Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.* Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.* İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.” (Bakara, 2-5)
“Onların (münafıkların) durumu, bir ateş yakan kimse gibidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.” (Bakara, 17)
“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.” (Bakara, 19)
Kur’an tilaveti esnasında Arapların duydukları ilham; onun büyüleyici üslubu, ulvî şiirselliği ve sözcüklerin dizilişindeki zevkten kaynaklanmaktadır. Kur’an, Arş’ın üzerinden bütün varlık âlemini idare eden Yüce Allah’ı muhteşem ayetlerle ifade eder. Cennetin birbirinden güzel nimetlerini açıklarken ayetler ahenk içinde dalgalanır. Cehennemi anlatırken ise ateşin sıcağıyla çalkalanır.
Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’e büyük bir saygı ve tazim gösterirler. Temiz olmadıklarında Kitab’a el sürmezler.[8] Nitekim her Mushafın üzerinde şu ayet-i kerime yazar: “Onlar ancak temiz olanlar dokunabilir.” Müslümanlar, abdestsiz iken Kitab’a el sürmeme hususunda gayet titiz davranırlar. Kur’an’ı tam bir saygı ve edep içinde okur, onu öperler. Savaşa giderken ceplerinde taşırlar. Silahlarına Kur’an ayetleri kazıtırlar. Mushafları altın ve mücevherlerle süslerler. Müslüman olmayanların ellerine geçmemesine gayret ederler.[9]
İslamî eğitimin kaynağı da bu yüce Kitab’dır. Çocuklar, öğrenim çağına girer girmez onu okumayı öğrenir ve sûreleri ezberlerler. Yasa ve uygulamaların standardı olarak onu görürler ve devlet adamları onun üzerine yemin ederler.[10] Müslümanlar, hayatın içindeki nuru bulmak için Kur’an-ı Kerim’i sürekli okuyup incelerler. Bazı camilerde Kurrâ adı verilen hafızlar sürekli Kur’an cüzleri okuyarak hatim indirirler. On iki asırdan beri Kur’an-ı Kerim’in sesi, milyonlarca inançlı insanın kalp ve ruhunda yankılanıp durmuştur.[11] İslam bilginleri arasında bu Yüce Kitabı yetmiş bin kez hatmetmiş niceleri vardır. 
Kur’an-ı Kerim, Allah inancını, ilahî iradeye teslim olmayı, ilahî emirlere itaati, iyilik ve takvayı, dengeli davranmayı, içkiden uzak durmayı, hoşgörüyü ve Allah yolunda ölen şehitlere özel bir saygı beslemeyi emreder. İbadetlerle ilgili farzlara gelince bunlar İslam dinini tebliğ etmek ve yaymak, günde beş vakit Mekke’deki Kâbe’ye yönelerek[12] namaz kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak,[13] malın kırkta birini zekât olarak vermektir. Toplanan bu zekâttan, birçok kaleme harcama yapılır ki bunlar içinde bizzat düşmanlar ve hayvanlar dahi mevcuttur. Bu fiiller, İslam’ın Esasları/Şartları olarak da bilinen temel ibadetleri oluştururlar. Cennetin anahtarları da bunlardan oluşur.[14]
Yıkanmak ve temizlenmekle ilgili emirler, namazla ilgili emirlerden önce gelmektedir. Sale bu konuda şöyle der:
“Müslümanların bu görevi yerine getirme hususunda duyarlı olmalarını sağlamak için Hazret-i Muhammed (sav) bütün amellerin temizlik temeline dayandığını söyler. Temizlik yani Taharet, imanın yarısı, namazın anahtarıdır. Taharetsiz namaz kabul olunmaz. Bunun daha güzel anlaşılmasını sağlamak için Gazalî tahareti dört bölüme ayırmıştır: Birincisi bedenin her türlü pislikten temizlenmesidir. İkincisi bütün iç ve dış organların her türlü zulüm ve pislikten arındırılmasıdır. Üçüncüsü kalbin Allah katında sorguya düçar edecek eğilimlerden ve günah çağrıştıran niyetlerden temizlenmesidir. –Gazalî burada vücut açısından kalbin zahirî bir zarf, asıl öz olduğunu ekler.- Bundan dolayı Gazali, yalnız zahirî temizliğe önem verenlerden yakınır. Esas itibarıyla, temiz olmayan kimselerin suretleri gibi, siretlerinin yani hayatlarının da kirli olduğunu beyan ederek konu edilmeye layık kimseler olmadıklarını söyler. Dolayısıyla Müslümanların temizliğe riayet etmekle, günahlardan kurtulmaya çalıştıklarını zannedenler açık bir yanılgı içindedirler[u1] ..”[15]
Kur’an-ı Kerim’in emirleri, ahlakî görevlerle sınırlı değildir. Bu hususta Gibbon şöyle der: “Kur’an-ı Kerim, Atlas okyanusu kıyılarından Ganj’a kadar yalnız ilahî konuların değil aynı zamanda Ceza Hukuku ve Medeni Hukukun da meşru kaynağı kabul edilen bir kitaptır. Bu itibarla anılan coğrafyada yaşayan insanların bütün hâl ve hareketlerini düzenleyen kanunlar, Allah’ın çiğnenemez emriyle teyit edilmiş bulunmaktadır.”
Bir başka deyişle Kur’an-ı Kerim Müslümanların; dinî, sosyal, medenî, ticarî, askerî, hukukî ve cezaî baş kitabı, anayasası hükmündedir. Kur’an, dinî görevlerden, gündelik vazifelere, ruhun kurtuluş ve esenliğinden bedenin sağlığına, toplum hukukundan birey hukukuna, içtimaî faydadan ferdî faydaya ahlak sahasından ceza sahasına, dünya hayatından ahiret hayatına, dünyevi cezadan uhrevî cezaya kadar her şeyin düzenleyicisi ve şifresidir.
Dolayısıyla Kur’an Tevrat’dan ayrılmaktadır. Tevrat, Combe’un dediği gibi “Bir ilahiyat sistemine sahip değildir. O, kıssalardan, anlatılardan, Allah korkusunun doruğa çıktığı ibret sahnelerinden ve esasen kuvvetli bir mantık örgüsü bulunmamasına karşın ahlakî olarak güçlü bir metinden ibarettir.”[16]
Kur’an, İnciller gibi, dindarların sadece dinî düşüncelerini, ibadet ve fiillerini konu alan bir Kitab da değildir.
Kur’an, siyasî bir sistemdir. Zira devletin bütün kanunları ona dayalıdır. Can ve mala ilişkin her tür mesele, onun hükümleri ışığında çözüme bağlanmaktadır.
Hazret-i Muhammed, siyasi devletlerde ruhban (dinadamı) sınıfının ne kadar tehlikeli bir faktör olduğunu, bu sınıfın ergeç devleti çöküşe sürükleyeceğini bildiğinden oluşmasına fırsat vermemiş, elinde Kur’an bulunan her Müslümanın kendi yolunu bulmasını arzu etmiştir.
Esasen Hazret-i İsa da (r) böyle hareket etmiş, o da papazsız ve dinî duygulara dayalı bir din tebliğ etmişti. Renan şöyle der: “Hazret-i İsa (a) kadar papaza benzemeyen bir insan yoktu. Yine onun kadar dini himaye adı altında dini boğan çabalara düşmanlık duyan biri de görülmemişti.” Renan, aynı bağlamda daha sonra şunları söylemiştir: “Asıl Hıristiyanlıkta bir dinadamı  (ruhban) hiyerarşisi yoktu. Her Hıristiyan, diğer Hıristiyana ‘Kardeş’ diyecekti. Sadece Hazret-i İsa yüksek bir mevkide bulunuyordu. Neticede İsa’ya “Efendi”, Allah’a da ‘Rab’ deniliyordu.”
Sonuç itibarıyla Müslümanlıkta papazlık kurumu yoktur. Fıkıh bilginleriyle ilahiyatçılar aynı kimselerdir. Çünkü referansları aynı olup Kur’an’dır. Bunların görevleri, ruhanî değil hukukîdir. Mal varlıkları da kilise vakıfları ve sadakalardan değil bilakis devletin bağlattığı maaşlardan oluşuyordu. Bunlar, davalardan % 2,5 nispetinde bir pay ile camilere vakfedilen arazilerin ziraat gelirlerinden de istifade ederlerdi.  Kadılar, İngiltere Kilisesi kadar kurumlaşmış olmasalar da belli bir organizasyona tâbi idiler. 
Hazret-i Muhammed’in (sav) getirdiği inanç prensipleri şüphe ve ikiyüzlülükten uzaktı. Kur’an-ı Kerim, Tevhit akidesinin en şerefli abidesidir. Hazret-i Muhammed (sav) insanları putlara, başka insanlara, gökyüzündeki sabit ve seyyar cisimlere tapmaktan men etmiş, inancını da doğan her şeyin öleceği ve yükselen her şeyin er geç alçalacağı, çürüme istidadı olan her şeyin de bozulacağı esasına dayandırmıştı. Hazret-i Muhammed’in (sav) aklî idraki; zaman ve mekândan, şekil ve suretten münezzeh, benzersiz ve ortaksız, en gizli düşüncelerimizi bilen, Zâtı ile kâim, ezelî ve ebedî bir Varlığı tanıyor ve ilah olarak O’nu yüceltiyordu.
İslam Peygamberi tarafından ilan edilen inanç esasları (Bakara, Hadid, Mücadele sûreleri), ashabı tarafından sağlam bir şekilde kabul edilmiş, Kur’an müfessirleri tarafından matematiksel gerçeklik düzeyinde tanımlanmıştır. Bu yüzdendir ki inançlı (teist) bir filozof, Müslümanların inancını genel olarak benimseyebilir.
Tabiatı yaratan; varlığını bütün eserlerine, kanunlarını insanlığın kalbine kazımıştır.[17] Her çağda gelen peygamberlerin esas görevi Marifetullah yani Allah’ı hakkıyla bilme ve tanıma ilmini canlandırmak, ilahî yasaların gözetilmesini temin etmekten ibarettir. Hazret-i Muhammed (sav) kendinden önceki bütün peygamberlerin nübüvvetini tanımıştır. Hazret-i Âdem’den (a) Kur’an’ın tamamlanmasına kadar ilahî vahiy insanlara yol göstermeye devam etmiştir. Hazret-i Muhammed (sav), Müslümanlara Hazret-i İsa’ya (a) hürmet ve tazimde bulunmayı da öğretmiştir.[18]
Latin Kilisesi, Hazret-i Meryem’in (r) üfürme (nefh) yoluyla hamile kalmasını Kur’an-ı Kerim’den aynen iktibas etme hususunda kesinlikle tereddüt etmemiştir.[19] Hıristiyanlar altı yüz sene zarfında doğru yoldan iyice ayrılmışlardı. Aslında Hazret-i Musa (a) ile Hazret-i İsa (a) ileride kendilerinden daha büyük bir peygamber geleceğini kendi halklarına ilan etmişlerdi. Paraclate ya da Ruh-i Kudüs’ün gelişi, Allah’ın elçilerinin en büyüğü ve sonuncusu olan Hazret-i Muhammed’in (sav) şahsında ve O’nun risaletinde tecelli etmiştir. 
Kur’an-ı Kerim’in ilk ve temel prensibi, Yüce Yaratıcının birliği ve Hazret-i Muhammed’in (sav) peygamberliği esasıdır. Kur’an O’nu, Allah’ın Elçisi (Resûlüllah) sıfatıyla zikreder. İslam Peygamberi, Hıristiyanların Teslis İnancını kabul ederek hataya düştüklerini, Cenab-ı Hakkın gerçeği ortaya çıkarmak ve hakkı desteklemek üzere kendisini gönderdiğini söylemiştir.[20] Bu yüzdendir ki Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlara “Muvahhitler” denilmekte ve bu terim, Ortodoks Hıristiyanların (müşriklerin) mukabilinde kullanılmaktadır. Çünkü onlar başka varlıkları Allah’a ortak koşmaktadırlar. Nisâ sûresinde şöyle buyrulmaktadır:
“Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı doğru olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah'ın elçisi ve kelimesidir. Onu ('OL' kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve elçisine inanınız; “üçtür” demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için bu daha hayırlıdır. Allah, ancak bir tek İlah'tır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir.” (Nisâ, 171)[21]
  Kur’an-ı Kerim’in bir diğer büyük hedefi, o dönemde yaygın olan üç dini, Marifetullaha uygun kulluk noktasında birleştirmek ve hepsini belli kurallara tâbi kılarak Allah’ın Elçisi Hazret-i Muhammed’in (sav) etrafında toplamaktı. Hazret-i Muhammed (sav), birçok ihtardan ve daha önce gerçekleşen müteaddit vaat ve tehditlerden sonra yeryüzünde Allah’ın Dinini yeniden hâkim kılmak üzere gönderilmişti. Bu durumda Kur’an-ı Kerim’in en temel ve esaslı akidesi, Yüce Allah’ın Birliği yani Tevhit olmaktadır. Hazret-i Muhammed  (sav) bunu açıklamak üzere gönderilmiştir. Hazret-i Muhammed (sav) bu akideyi en doğru ve en mükemmel surette açıklamıştır. Bazı hususi kural ve uygulamalarla kimi merasimler, İlahî Emirler doğrultusunda değişebilir. Fakat ezelî hakikat asla değişme kabul etmez.  Bu gerçek, sonuna kadar aynen ve olduğu gibi devam edecektir. Tarihin her hangi bir zamanında gerilediği veya örtüldüğünde onu canlandıracak peygamberler gönderilmiştir ki Hazret-i Muhammed’in (sav) Peygamber olarak gönderilişine kadar bu peygamberlerin en seçkinlerinden ikisi Hazret-i Musa (a) ve Hazret-i İsa (a) idi.
Hazret-i Muhammed (sav) hiçbir zaman yeni bir dinin kurucusu olduğunu söylememiştir. Bilakis birçok defa Hazret-i İbrahim’in (a) dinini ihya ve islah ettiğini, kendisine bunun vahyedildiğini söylemiştir(2. 3, 16. 26. 33. sûreler). Kur’an-ı Kerim’in yegâne gayesi Yahudilerle Hıristiyanların tahrif ettikleri mukaddes metinleri düzeltmektir. Bu tahrifatın biri de Hazret-i Muhammed’in peygamberliğini haber veren ayetlerle ilgili olandır (Kur’an, 2,3,6,11,12,16,37. sûreler). Rivayete göre Hazret-i Cebrail (a) Kur’an’ı Hazret-i İbrahim (a) tarafından kesilen kurbanların derisine yazılı olarak getirmiş, deri altın, ipek ve mücevherlerle süslenmişti. Ne var ki Hıristiyanlarca kabul edilen rivayete göre Hazret-i Muhammed (sav) onu, Rabbi Varada-İbn-Neval adında İranlı bir Yahudi ile Abbut Nesturi Abdülkays adında Suriye’nin Busra şehrinden Hıristiyan bir papazın yardımıyla ortaya çıkarmıştı. Bu fikir o kadar eskidir ki bizzat Hazret-i Muhammed bu fikirle mücadele etmiş ve onu reddetmiştir (Kur’an 10,11, 16, 25. sûreler).
Kur’an-ı Kerim en açık bir şekilde ezelî ve ebedî olan(Kuran, 2,3,4,5,6,17,18,34,37,39,40,42,59. sûreler), doğmayan doğurmayan(Kur’an, 112. sûre), bir ortak ve benzeri olmayan, her şeyi yaratan(Kur’an, 16, 17. sûre), Rahman ve Rahim olan(Kur’an, 3,6,6,10,40. sûre), kendisine tâbi olanları himaye eden(Kur’an, 3,9,64. sûre), kötülükten sonra pişman olanları affeden(Kur’an, 25, 110. sûre), Kıyamet gününün sahibi olan(Kur’an, 2,14,16,17,18,22. sûre), herkesi ameline göre yargılayan(Kur’an, 2,3,4,10,28. sûre); iyilik yapanlara, Allah yolunda öldürülenlere ebedî mutluk bahşeden(Kur’an, 22. sûre), kötüleri cezalandıran Allah’ın varlığını öğretir. Cennetin tasvirlerini, en güzel şiirlerle mukayese edilmeyecek şekilde yapar(Kur’an, 4, 7, 13, 15, 18, 32, 35. sûre). Cehennemdeki cezalandırmanın korkunç boyutlarıyla ilgili portreler sunar(Kur’an, 27,38,45,52,55,56,76,88. sûre).[22] Kur’an, meleklerin varlığını da öğretir. Ancak meleklerin de peygamberlerin de tapılacak varlıklar olmadıklarını bildirir. Her insanı koruyan ve amellerini yukarı kaldıran iki melek vardır. Şeytanlar, insan türünün düşmanlarıdır(Kur’an, 26, 55. sûre). Müslümanlar iyi ve kötü olmak üzere iki tür cin topluluğunun varlığına inanırlar. Hazret-i Muhammed’in (sav) peygamberliğine ise istisnasız iman ederler(Kur’an, 17,29. sûre).
Kur’an getirdiği inanç esasları ne kadar eleştiriye uğradıysa ahlak öğretileri de bir o kadar saldırı ve eleştiriye maruz kalmıştır(Kur’an, 2,4,17 sûre). Oysa Kur’an ahlakı, günah ve çirkinliği(Kur’an, 4,17,18. sûre), her türlü aşırılığı(Kur’an, 104. sûre), ihtirası(Kur’an, 4,33. sûre), iki yüzlülüğü(Kur’an, 4,63. sûre), haset ve riyayı(Kur’an, 100,102. sûre), iftira, yalan ve benzeri dünyevî çirkinlikler peşinde koşmayı kötü görmüştür.  Buna karşın sadaka vermeyi(Kur’an,2,3,5,30,50,57,90. sûre), anne babayı sevmeyi(Kur’an,4,17,29,46. sûre), Allah’a şükretmeyi (Kur’an, 5. sûre), sözünde durmayı(Kur’an,5,16. sûre),doğruluk ve ihlası(Kur’an,6,17,23,83. sûre), adaleti(Kur’an, 5,6. sûre) özellikle öksüz ve yetimlere adil davranmayı (Kur’an,13,90. sûre), iffet ve hayayı(Kur’an, 80. sûre), sabır ve tahammülü, iyilikseverliği(Kur’an,13,24,25,90. sûre), sabırlı olmayı(Kur’an,3. sûre), Allah’a teslimiyeti, kötülüğe karşı iyiliği, fazileti ve affı(Kur’an,3,16,24,28,43. sûre), bütün bunları bir ödül beklemeksizin ve sırf Allah rızası için yapmayı emreder.
Kur’an-ı Kerim sadece dinî esasların yeraldığı bir kitap değildir. Aksine Yahudilerin sahip oldukları Pentateuch gibi Müslümanların dünyevî hayatlarının prensiplerini de içerir.
Kur’an, o çağda hayli yaygın olan çokeşliliği dört hanım ile sınırlandırmış(Kur’an,4. sûre), evlilik sürecinde takip edilecek merasim ve kuralların tarifini yapmış(Kur’an,2,6. sûre), eşlerin birbirberine karşı hukukunu (Kur’an,2,6. sûre),  emzirme süresini (Kur’an, 2. sûre), dulluğu(Kur’an, 2. sûre), Mihir ve evliliğin devamını(Kur’an, 2,4.. sûre), boşanma ve ayrılma hukukunu(Kur’an, 2,4,65. sûre) tafsilatlı olarak hükme bağlamıştır.
Miras, vasiyetler, velayet ve sözleşmeler de Kur’an’da zikredilir. Bunun dışında yalancı şahitlerin(Kur’an, 5,9. sûre) , hırsızların(Kur’an, 5. sûre), iftiranın(Kur’an, 5. sûre), cinayetin(Kur’an, 2,4,6,25. sûre)[23], çocuk öldürmenin(Kur’an, 6,17. sûre), evlilik yasaklarını ihlalin(Kur’an, 4. sûre), açık saçıklık ve zinanın(Kur’an, 4,19,24,25. sûre) cezaları da beyan edilmiştir. Bu itibarla Hazret-i Muhammed (sav) sadece bir peygamber değil, bir yasa uygulayıcı ve koyucudur. Bu şer’î yasalar, hicretten yani İslam inancının hayli sağlam köklere dayanmasından sonra tebliğ edilmiş, bir kısmı Mekke’nin fethine kadar olan dönemde ilan edilmemiştir.
Hıristiyan dünyada Kitab-ı Mukaddes’e karşı pek az gösterilen bir saygıya mazhar olan Kur’an-ı Kerim işte böyle bir kitaptır. Müslümanlara göre Kur’an, bütünüyle dinî bir inanç, medenî bir yasa ve ahlak manzumesidir. İtikat genel olarak Kur’an’dan süzülüp çıkarılan şu esaslara dayandırılır: Din, İman (İnanç) ve Din(Amel/uygulama) olmak üzere iki ana bölüme ayrılmıştır. İman; Allah’a, meleklere, Kur’an yoluyla indirilen vahye, peygamberlere, öldükten sonra dirilmeye ve hesap gününe ve Yüce Allah’ın mutlak hükümranlığına inanmayı içerir. Dini uygulama ise temizlik ve abdesti, namaz kılmayı, zekât ve sadaka vermeyi, oruç tutmayı ve hacca gitmeyi içerir.[24]
 Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasındaki farkı anlamak için şuna dikkat etmek gerekir ki Hıristiyanlığın tâbileri üzerinde sahip olduğu nüfuz ve güç, esasen dogmalara dayandırılarak din ile ahlak birbirinden ayrılmıştır. Müslümanlıkta ise dogmalarda değil, dinin pratik yönü; ahlakî, sosyal, hukukî ve siyasî fikirler üzerinde etkide bulunmakta ve bu çerçevede Müslümanın zihninde vatanseverlik, gelenek ve anane ile anayasa tek bir sözcük altında toplanmaktadır. O da “Müslümanlık=İslam”dır.
 Müslümanlığın övünebileceği birçok meziyet arasında özellikle iki tanesi öne çıkar: Birincisi, ulûhiyetten söz ederken beşerî zaaf ve kusurlardan arındırdığı Yüce Allah’ın zatını en saygılı ve ürperti dolu sözlerle anlatmasıdır. İkincisi ise, Kur’an-ı Kerim’in ahlak ve edebe aykırı her tür fikirden, her kıssa ve ifadeden tamamen uzak olmasıdır. Hâlbuki Yahudilerin kutsal kitapları Tevrat, bu tür kusur ve zaaflarla doludur.   
Kur’an-ı Kerim, diğer mukaddes kitaplar açısından inkâr edilmesi mümkün olmayan bu kusurlardan o derece uzak ve münezzehtir ki çok utangaç bir insan bile yüzü kızarmadan onu baştan sona okuyabilir. Özetle ifade etmek gerekirse Kur’an-ı Kerim’in kurduğu din, safi tevhittir. Kur’an’ın tanımını yaptığı ulûhiyet, kanunları inşa eden ve kâinatı idare eden, kendisine yaklaşılamaz bir ihtişam içinde, bir tarafta felsefî döngü içindeki bir İlk İllet (illet-i ûlâ) olmayıp her zaman Hâzır ve Nâzır, her an faaliyette bir Kudrettir.
İslamiyet, bir din olması itibarıyla aklı ihlal edecek nitelikteki her tür esrarengizlikten uzaktır. O, insanları gayet sade ve Kıyamete kadar değişmeyecek bir kulluk ile mükellef tutar. İnsanları velilere, şehitlere, resimlere, metruk yerlere, esrarengiz şeylere ve metafizikî inceliklere tazim ve tapınmaktan, manastırlarda uzlet ve inzivaya çekilmekten, –riyazet adıyla- nefse işkence etmekten meneder. Bununla birlikte varlıkların mahiyetleri üzerinde uzun ve derin düşünmeye, peygamberlik çağında dünyaya hâkim olan ortam ve şartlara kafa yormaya, akıl ile dini bağdaştırmaya dayanan bir dindir. Dolayısıyla böyle bir dinin, Kâbe çevresinde yaşanan putperest merasimleri, Zerdüştlüğü ve Sâbiîliği imha etmesi hiç de şaşılacak bir durum değildir.
Bu bilgilerin ardından Kur’an-ı Kerim’in tarif ettiği İslamiyet’ten söz edebiliriz.
İslamiyet hiçbir zaman başka bir dinin temel esaslarına müdahale etmemiş, Engizisyon mahkemeleri kurmamış, hiç kimsenin dinin zorla değiştirmeye yeltenmemiştir.[25] Bunun dışında esas kabul edilen hüküm şudur: “Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.”[26]
Müslümanlığın kabulü, fethedilen topraklara ve yenilen milletlere eşit haklar sağlıyor, onları Hazret-i Muhammed’in gönderilişine kadar her fatihin yenilenlere dayattığı ağır şartlardan kurtararak hür ve eşit kılıyordu.  Müslümanlık, o çağda civar devletlerde var olar çocukları diri diri gömme rezaletine son vermiş, köleliği kaldırmış, adaleti yalnız Müslümanlığı kabul edenlere değil fethedilen milletlere de yaymıştır. Vergileri hafifletmiş, devlete ödenecek vergiyi ondan bire indirmiş, ticareti serbestleştirmiştir. Diğer dinlere tâbi olanları, kiliselerine ve dinadamlarına belli bir para ödeme mecburiyetinden kurtarmış, hâkim dine maddi yardımda bulunma uygulamasına son vermiştir. İslamiyeti kabul edenlerden istenen tek şey, bir cümlenin tekrarından ibaretti.
Müslümanlığı hızlı yayılmasına katkıda bulunan faktörler bugün bile hakkıyla incelenmiş değildir. Yine de sözkonusu faktör ve sebeplerden bazılarını sıralamak mümkündür.
Bunların ilki Kur’an’ın dinin mahiyeti ve ahlakî görevlerle ilgili olarak getirdiği yüksek ve doğru mefhumlardı. Yahudiler ve Hıristiyanlarla yakın ilişkilerinden dolayı eski putperestliklerinin hurafe kokan gelenek ve göreneklerine karşı bağları gevşeyen milletler bu mefhumların oluşturduğu etkiler.
Bir diğeri, Arabistan’da yaygın olan semavî dinlerin öğreti, gelenek ve göreneklerinin güzel bir karışımı.
Üçüncüsü, Kur’anî öğretilerin bütün hukukî işlere ve hayata ilişkin görevlere geniş ve kapsamlı bir surette şamil olması.
Bazı yazarlar bu sebeplere şehvanî arzulara müsaade edilmemesini de ilave etmektedirler. Lâkin taassuptan arınmış bir beyin, Müslümanlığın yayılması hususunda böyle bir faktörün etkili olduğuna ihtimal veremez. Bu nokta Hıristiyanlık esasıyla ya da Avrupalıların âdetleriyle değerlendirilemez. Çünkü çok eşlilik Arabistan’da zaten yaygın bir gelenekti. Müslümanlık, çokeşliliğe izin verirken varolan sınırsız hürriyeti sınırlamıştır. Müslümanlığın barbar milletler arasında fazlasıyla yaygın olan zina ve fuhuşu şiddetle yasaklaması, gevşek ve arzulara yardımcı bir ahlakî yapıda oluşuna değil tam aksine delalet eder.[27]
Samimi bir Müslüman Epikürcü olmaktan ziyade Stoacı bir yapıya sahiptir.[28] Kur’an okuyan bir insan, onun ahlak konusunda çok dikkatli ve çok kuvvetli olduğunu görür. Esas itibarıyla bir din veya mezhebin kurucusu, insanların sefahatini öne çıkarmakla kalıcı bir başarı sağlayamaz. Dolayısıyla Müslümanların ahlak meselesine aşırı önem vermeleri İslamiyet’in yayılma sebeplerinden biri olarak görülebilir. Müslümanlığın ibadetleri malum ve belli olduğundan bunları kabul ederek yerine getirenler, bunları eda etmenin doğurduğu ahlakî ödevleri de bilir ve gereğini yaparlar. Bu çerçevede oruç farizası, düzenli alınan abdestler ve namazların edası, sadaka ve zekâtların verilmesi, alkollü içeceklerden uzak durulması gibi Kur’an-ı Kerim tarafından emredilen öğretiler Müslümanlar arasında bir yaşama düsturu oluşturmuş ve Kur’an’a sürekli bağlı kalmalarını temin etmiştir.
Müslümanların ticaret yaptıkları bölgelerde Kur’an-ı Kerim’i yaymaya çalışmaları, İslamiyet’in yayılmasını sağlayan etkenlerden biri sayılabilir. Çünkü Doğu illerine yerleşen Müslümanlar oradaki emirlere dinlerini anlatmışlardı. Örneğin Malabar sahilleriyle Malaca’da Müslümanlar çok iyi bir şekilde karşılanmışlardır. Ternate ve Tidor hükümdarlarıyla Uzak Doğunun birçok prensi İslamiyet’i ikna yoluyla kabul ettiler. Moğolların Kandahar, Kambay, Gucerat ve diğer vilayetlerdeki idareleri esnasında Müslümanlığı yaymaya çalıştıkları da görülmektedir.
Portekizliler Hindistan’a girdikleri zaman Hindu efsaneleri arasından yeni bir dinin yani İslamiyet’in yükselmekte olduğunu görmüşlerdi. Kalikut’ta oturan Zamorin ya da antik hükümdar, Portekizlilerin gelişinden altı asır önce Müslümanları büyük bir misafirperverlikle kabul etmiş ve onları itibarlı bir makama oturtmuştu. Daha sonra kendisinin de Müslüman olduğu bilinmektedir. Aynı sülaleden gelen prenslerin sonuncusu, Sarama Payrimal, Müslüman bir Arap ile Mekke’ye gitmiş, son günlerini Kâbe civarında geçirmişti.   ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;     ;                                                                                                                                                     
Hazret-i Muhammed’in (sav) hoşgörülü bir çizgi takip etmediğine dair söylenenler genelde abartıdır. Doğrusunu söylemek gerekirse putperestlere, ya da semavî bir dine tâbi olmayanlar Müslüman olmakla kılıç arasında seçim yapmakla muhatap kılınmışlardır. Kitap Ehline ise cizye vermeleri teklif edilmiştir.[29] Müslümanlar hoşgörü sınırlarını pek ender çiğnemiş ve gayri Müslimlere verdikleri sözleri genelde tutmuşlardır. Müslüman fatihler, Roma ve Bizans fatihlerine nispetle çok daha dengeli ve hoşgörülü hareket etmişlerdir. Gerçeği söylemek gerekirse Batılı prensler, Araplarla Türklerin yerinde bulunsalar, yani Doğu topraklarında egemen olsalardı, Müslümanların Hıristiyanlara gösterdiği hoşgörüyü, Müslümanlara kat’iyen göstermezlerdi. Çünkü Avrupalı prensler, kendi dinlerine mensup oldukları hâlde başka mezhebi seçen vatandaşlarına dahi en ağır işkenceleri reva görmüşlerdir.[30]
M. Jurieu şöyle der: “Müslümanların Hıristiyanlara karşı izledikleri hareket tarzı ile Papalığın gerçek müminlere reva gördüğü zulüm ve baskılar, hiçbir şekilde mukayese edilebilir değildir. Vaudois’a karşı yürütülen savaşta ya da St. Bartholomew katliamlarında o kadar kan döküldü ki, yalnız bu kanlar, Müslümanların döktükleri Hıristiyan kanından çok daha fazladır.
İnsanları, Müslümanlığın zalim bir din olduğuna dair beslenen aşırı düşünceden kurtarmak gerekir. Bunların fikrine göre, güya Müslümanlık, ya ölüm ya Hıristiyanlığı terk tehdidiyle yayılmıştır. Bu iftiranın aslı yoktur. Papalığın vahşeti ve yamyamlığa varan zulüm ve baskısıyla karşılaştırıldığında Müslümanların tavırları çok hoşgörülü ve alçakgönüllülük timsalidir.”
Hazret-i Muhammed’in (sav) dini, söyledikleri gibi ruhanî olmayıp en azından tutarsızlıklardan uzak pratik bir dindir. Bu din, şüphe ve hurafeler bataklığında yükselen bir temizlik abidesidir. Oysa Hıristiyanlık, aynı bataklığa düşmüş, ahlakın yüzünü kızartacak bir hâle gelmiştir. O kadar ki Müslümanlar tüm hayatları boyunca Hıristiyanlığın alçalmamış bir mezhep veya akidesiyle ya da saygı duyulabilecek bir biçimiyle temas etmemişlerdir.[31]
Hazret-i Musa’nın (a), İsrail oğullarına gönderildiği açıktır. Onun daveti, başka bir milleti kapsamıyordu. Dolayısıyla bir yabancının Hazret-i Yakup’un oğullarının cemaatine katılması büyük bir sorundu. İsrail oğullarına dayandırılan kitaplara göre[32] bu peygamberler bile, Yahudilerden başkasına tebliğde bulunup bulunmamak noktasında tereddüt içindeydiler. Hıristiyan bilginlerinin ifadelerine göre Hıristiyanlık saraya girdikten sonra İncillerde görülen saflık ve sadelikten neredeyse iz kalmamıştı. Kibir, haset, kan davaları ve hizipler Hıristiyanlığın mürşitlerini dağıtıp atmıştı. Her cemaatin bilginleri tarafından önü sonu olmayan savaşlar açılmıştı. Milton diyor ki: “Constantine’in devrinden hayli zaman önce Hıristiyanların hepsi, din ve terbiyelerinin ilk temizlik ve kemaliyetini yitirmişlerdi. Bilahare Constantine, kiliseyi zenginleştirince bunlar mevki ve makam sevdasına, nüfuz ve iktidar hırsına müptela oldular. Hıristiyanlık da bu arada perişan olup gitti.”
Hâlbuki Hazret-i Muhammed (sav) Miladi altıncı asırda ortaya çıkarak dinini kurmuş ve Asya, Afrika ve Mısır’da Allah’ın birliğine inanılan her coğrafyada putperestlik imha edilerek insanların zihinleri Yüce Allah’ın maddî ve manevî feyziyle dolmuştu. O’nun dinine girenler, Hazret-i Muhammed’e (sav) indirilen vahyin kutsallık ve doğruluğuna iman ediyorlardı. Basiret sahibi bir müşriğin gözünde bile Peygamber’in (sav) sözü, ilahî ve beşerî bir niteliğe sahip görülüyordu. Zerdüşt’ün dininden daha duru ve Hazret-i Musa’nın (a) şeriatından daha özgürlükçü olan İslamiyet, Yedinci yüzyılda ortaya çıktığında İncil’in saflığını lekeleyen esrar ve hurafelerden oluşmuş inanç sisteminden çok daha akılcı bir yapıya sahipti.
İslamiyet’in sahip olduğu kuvvetin en açık ve kuvvetli delili şudur: Diğer dinlerin düçar oldukları bütün eksiklikleri miras yoluyla alacak, yani yaratılanı Yaratan derecesine yükseltecek kadar uzun bir hayat sürdüğü hâlde Müslümanlar ibadet ve ilahî sevginin hedefini fizikî hisler ve insanın hayal gücü düzeyine indirmemiş, taassup ve hurafelerden olabildiğince uzak durmuş ve Ulûhiyet düşüncesini, bayağı putlarla kirletmemişlerdi. Unutmamak gerekir ki Müslümanlığın yegâne düsturu “Hak bir Mabud’a ve O’nun Resûlü olan Hazret-i Muhammed’e inanıyorum” cümlesidir.[33]
Kur’an tarafından telkin edilen ayetlerin, sırf kılıçla yayıldığını düşünmek, müthiş bir hatadır. Çünkü bağnazlıktan uzak beyinlerin hepsi şunu itiraf ederler ki asılsız tanrılar uğrunda insan ve hayvan kanı dökme yerine ibadet ve sadaka vermeyi koyan İslamiyet, insanlara iyilikseverlik ruhunu aşılamış, sosyal erdemleri pekiştirmiş, bu şekilde medeniyet üzerinde çok olumlu bir etkide bulunarak bütün Doğu dünyası için nimet olmuştur. Bu din, Hazret-i Musa (a) tarafından inançsızları imha etmek için kullanılan silahlara da ihtiyaç duymamıştır.
Şu hâlde sonraki asırlarda insan türünün düşünce ve inançları üzerinde olumlu bir etkide bulunmak üzere Allah tarafından gönderilen en kuvvetli vasıtayı, inatçı bir taassup ve kör bir cehaletle saldırarak karşılamak kadar yersiz ve gülünç bir tepki düşünülemez.
Özetle söylemek gerekirse bu mesele, ister bu dinin olağanüstü çıkışı ve yükselişi, ister kurucusu olan insan ya da bizat kendi özü itibarıyla dikkate alınsın, her şey bir yana derin bir ilgi doğurmaya adaydır. Müslümanlıkla Hıristiyanlığın meziyetlerini karşılaştıranlar içinde Müslümanlığın iyiliğe ve bilgelik dolu ideallere hizmet etmesinin yanı sıra insanlığın genel yarar ve iyiliğine çalıştığını kabul ve ifade etmeyenler gerçekten çok azdır.
 
E
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
İKİNCİ BÖLÜM
 
b
 
Müslümanların ilme gösterdikleri saygı • Müslümanlar özellikle de Endülüslüler felsefe ve muhtelif bilimlerin öncüleridir  • Mosheim’in sözleri • Müslümanların yükselişi Grekler ve Romalılarınkinden daha hızlıdır • İlim ve irfanın büyük hâmisi ve Bağdat’ın kurucusu Ebu Cafer Mansur • Harun Reşid • Grek ve Roma edebiyatına yeniden hayat veren Müslümanlar • İspanya’daki Abdurrahmanlar • Hazret-i Ömer (r) İskenderiye Kütüphanesini yaktırmamıştır • Avrupa’nın Müslümanlara minnet borcu • Kardinal Ximenes’in barbarlığı • Bacon felsefesi Müslümanlardan alınmadır • Müslümanların kara ve denizlerdeki fetihleri • Karşılaştırmalar • Hindistan’daki İslam Hanedanı • İslam ve Hıristiyan hakimiyetlerinin mukayesesi • İngiliz hakimiyetinin baskısı ve emredici yapısı • Lord Clive, Warren Hastings ve Mill’in sözleri • Oude (Uttar Pradesh) Meselesi • Dundas’ın hitabesi • Resmi bir cevap • Müslümanların dürüstlük ve güvenilirliği • Müslümanların hoşgörü ve iyilikseverliği • Müslümanların hayvanlara karşı insancıl tutumları.
 

aha önceki bölümde aktardığımız kanaatlar aşağıda zikredeceğimiz olay ve değerlendirmelerle daha açık bir bir şekilde anlaşılacaktır.
İlim ve irfana, Araplar ve Müslümanlar kadar derin saygı gösteren başka bir millet neredeyse yok gibidir. Bir Müslüman şair şöyle demiştir: “Alim birini görsem, eğilirim önünde hemen, öperim ayağının tozunu ihtiram ile.” Hazret-i Muhammed’in (sav) birçok hadisi de ilim ve irfana duyulan saygının ifadeleriyle doludur. “Alimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından üstündür.” “Kalem ve mürekkep bırakanlara cennet kapıları açıktır.” “Dünya dört şeye dayanır: Âlimlerin ilmi, büyüklerin adaleti, salihlerin ibadeti ve mertlerin cesareti.” Müslümanların çok önemli bir özellikleri de, servet ve malı önemsiz sayarken bunun karşısında ilmi en kıymetli servet olarak görmeleridir.
Hazret-i Muhammed (sav) de bu düşünceyi vargücüyle yaymış, Hazret-i Ali de (r), cahillere mal, ilim erbabına ise irfan bağışlayan Allah’ın takdirindeki güzelliğe şükranda bulunmuştur.
Felsefe ve bilimleri ilk ihya edenler, eski ve yeni edebiyat arasındaki bağlantıyı kuranlar, Asya’nın Abbasiler devrindeki, Endülüs’ün Emeviler devrindeki Müslümanlarından başkası değildir. Avrupa’ya esasen Asya’dan gelen edebiyat, ikinci defa müslümanların dehasıyla hayat bulmuştur. Araplar ve Müslümanlar arasında edebiyat ve sanatlar altı yüz yıllık bir yükseliş yaşarken bizim aramızda kaba bir barbarlık hüküm sürüyordu. Edebiyatın ise nesli tükenmişti.
Mosheim şöyle der: “En güvenilir tanıkların, görüş birliğiyle vaki olan açıklamalarına göre onuncu miladi yüzyılda Batı dünyasına egemen olan müthiş ve dikkat çekici bir karanlıktan başka bir düşünülemez. Bu yüzyıl, felsefe ve bilim adına ancak Latinlerin ‘Demir Devri’ diye isimlendirilebilir… Latinlerin felsefesi, tek bir bilimden yani Mantık veya Diyalektikten öte gitmemiş ve bu bilim, onlara göre insanlığın bütün bilgeliğinin birikimi olarak görülmüştür. O zamanlar Müslüman filozoflar İspanya ve İtalya’da birçok okullar kurmuş ilim erbabı buralarda toplanmış, Müslüman filozofların öğreti ve sistemlerini alarak bunları Hıristiyan okullarına sokmuşlardır.”
Mosheim sözüne şöyle devam eder:
“Onuncu yüzyıldan itibaren Avrupa’da yayılan felsefe, astnomomi, irfan ve matematiğin Müslüman okullarından alındığı; özellikle de Endülüs Müslümanlarının Avrupa Felsefesinin üstadı oldukları açıktır.”
Modern Avrupa, ilk şiirsel hayallerini ve edebiyat hareketlerini de Müslümanlara borçludur. Müslüman Arapların fetih hareketlerini ve bunların olumlu etkilerini dikkatle incelediğimizde fethedilen milletlerin kendilerine özgü bir dil ve edebiyat geliştirdiklerini, ardından da geçmiş milletlere göre hayret edilecek ölçüde hızlı bir şekilde fikrî gelişim yaşamaya başladıklarını görürüz.
Grek edebiyatı sekiz asırlık bir sürede meydana gelmişti. Roma ise büyük şair ve düşünürlerini yetiştirmek için en az bu kadar bir sürenin geçmesini beklemişti. Güney Fransa, Roma idaresinin kuruluşunun üzerinden bunca asır geçtikten sonra övünebileceği bir edebiyata sahip olmuştu. Oysa Hazret-i Muhammed’in (sav) Medine’ye hicretinin üzerinden yüzelli sene geçmeden Müslümanlar edebiyat bakımından çok ileri bir millet hâline geldikleri gibi antik felsefe, şiir ve diğer bilim dallarının koruyucuları olmuşlardır.
Gerek Romalılar, gerekse Gotlar İspanya’ya hâkim olabilmek için yüz yılı aşkın süreler uğraşmışlardı. Oysa Müslümanlar bu yarımadayı sadece yirmi sene içinde tamamen fethetmiş, Pirene dağlarını geçerek, Fransa’nın kalbine ilerlemişlerdi. Bunların ilim, irfan bakımından etkileri, silahlarının etkisinden hiç de az ve zayıf değildi.
Hazret-i Muhammed’in damadı ve dördüncü halife olan Hazret-i Ali (r) de edebiyatı himaye etmişti. Muaviye’nin devrinde Müslümanlar, Greklerin bütün ilimlerini toplamışlardı. Abbasilerin ikinci Halifesi Ebu Cafer Mansur ise ilim ve irfanı himaye edenlerin rehberi olmuştu. Ebu Cafer onca isyan ve savaşın ortasında bilim ve sanatları teşvik etmeye zaman ayırır, +- para verir, zevk sahibi olduğunu göstererek benzersiz bir merkez kurduğunu adeta herkese gösterdi. Bağdat’ta kurulan bu merkez, sonraki beş asır boyunca İslam Devletinin idare merkezi olmuştu. Mansur’un torunu Harun Reşid, cesaret ve ataklığıyla Greklerin gözünü yıldırmış olsa da, Avrupa’da özellikle İslam felsefesine sevgisiyle, bilimi teşviki ve barışa katkılarıyla şöhret bulmuştu. Harun, Charlemagne’ın dostuydu ve onunla sürekli yazışmaktaydı. Harun Reşid, incelemeyi seven, hürriyete düşkün, barbar milletlere bir takım mekanik buluşlar göndererek onları aydınlatmaya çalışan bir insandı.
Her şeye rağmen Müslüman Arapların edebiyat sahasında kazandıkları şöhretin temelini atan zat, Harun’un oğlu Halife Memun’du. Sarayına el yazmaları yüklü yüzlerce devenin sürekli girdiği görülürdü. Seville’den İsfahan’a yüzlerce edebî eser kısa sürede yayılırdı. Bağdat, Küfe, Basra, Kahire, Fas, Fez, Kurtuba, Gırnata, Valencia, Seville Bağdat’taki akademinin belagatine çoktan beri doymuştu.
Felsefe, özellikle de Müslümanların Muallim-i Evvel (İlk Hoca) bildikleri Aristo’nun felsefesi Batı’ya doğru hızla ilerliyordu. Değişik bilim ve sanatlar öğretiliyor, Grek ve Roma edebiyatları Müslümanların eserleriyle yeniden canlanıyordu. Müslüman okullarının dokuzuncu yüzyıldan ondördüncü yüzyıla kadar saçtıkları parlak ışıkların mahiyeti buydu.[34]
Müslümanlar arasında ilim ve irfanı himaye etmeleriyle şöhret kazanan diğer şahsiyetler arasında Endülüs’ün Abdurrahmanlarını da saymak gerekir ki bunlar, Endülüs Emevi Hanedanlığını kuran zatın halefleridir. Bunların en büyükleri Üçüncü Abdurrahman olmak üzere üçü de aynı ismi taşıyorlardı. Üçüncünün devrinde iç huzursuzluklar hayli ilerlemişti. Abdurrahman buna rağmen ilim ve irfana kanat germeye devam etti. Onun on üçüncü asra rastlayan ve elli yıla uzanan yönetimi, Avrupa’nın karanlık bir cehalete battığı dönemdi. Bu dönemde hayli ileri olan Endülüs, karanlığa gömülmüş beynine bir ışık huzmesi yöneltti. Bağdat, Buhara, Basra, okulları o çağdaki şöhretlerine rağmen, Avrupalıların meraklarını uyaramayacak kadar uzakta idiler. Cömert ve iyiliksever bir koruyucuya bağlı olan Endülüs de medreselerinin kapılarını Avrupalılara açmamış olsaydı, Müslümanların bilim ve sanatları çok zayıf bir şekilde hissedilebilir, ya da tamamen hiç bilinmezdi. Abdurrahman güzel sanatların yegâne hamisiydi. Saraylarının ihtişamı, bahçelerinin güzelliği ve köşklerinin mimarisi bakımından Abdurrahman Doğulu rakiplerinin üstünde değilse de neredeyse onlarla aynı ayardaydı.
Kurtuba’dan yaklaşık beş kilometre uzakta olan Zehra sarayı ve şehri, yirmi beş yıllık gayret ve emeklerin mahsülüydü. Bu saraya altı milyon altın harcanmıştı. Saray ve külliyesinde yaşayanların sayısı altı bin kişiydi. Sultan ava çıktığı zaman, kendisine on iki bin kişilik bir ordu eşlik ederdi.
Burada kısa bir ara verip ikinci halife Hazret-i Ömer’e (r) yöneltilen İskenderiye Kütüphanesini yaktırma iftirasını ele almak istiyoruz. Bu iftiraya göre Hazret-i Ömer (r) 641 yılında valisi Amr bin As’a İskenderiye Kütüphanesinin ciltlerini yakmasını, kütüphanenin kıymetli ciltlerini hamam külhanlarına atmasını emretmiştir. Bu, tamamen sonradan uydurulmuş bir iftiradır. Çünkü Ptolemies Kütüphanesi, dört yüz, ya da yedi yüz bin cildiyle Julius Cesar’ın askerî hareketi esnasında yaktırılmıştır. Tarihçilerin birbirlerine naklederek geldikleri bu iftiranın asıl ve esastan tamamen yoksun olduğu açıktır. Zira Müslümanların fethettikleri beldelerdeki Yahudi ve Hıristiyan din kitaplarını muhafaza etmeleri ve bunlara kat’iyetle zarar vermemeleri, bilim, sanat, tarih ve şiir gibi sahalara ait kitapları koruyarak bunlardan da yararlanma yoluna gittikleri bilinen bir gerçektir.
Öte yandan Hazret-i Ömer’in (r) İskenderiye Kütüphanesi’nin yaktırdığı rivayetine yer veren Ebu’l-Ferec, bu asılsız söylentiden altı yüz yıl sonra yaşamıştır. Oysa ondan önce gelen Hıristiyan ve Mısırlı tarihçiler böyle bir meseleden söz etmemektedirler. İskenderiye Kütüphanesi hakkında derinlemesine bir eser telif eden Saint Croix, bu iftiranın bir hurafe olduğunu, çünkü İskenderiye’deki en eski ve en önemli kütüphanelerin Miladi Dördüncü yüzyıla kadar ancak yaşayabildiklerin söyler.[35]
Modern tarihçilerin böyle bir efsaneyi dillerine dolamaya devam etmeleri hayret vericidir. Çünkü Gibbon, bunun ihtimal dışı olduğunu, o dönemde yaşayan Hıristiyan veya Müslümanlardan hiç kimsenin bu tür bir bilgi kaydetmediklerini söyler. Peşinden de şunu ekler: “Şayet Arius taraftarlarıyla Monoteistler arasında yaşanan tartışmalara ait metinler, halk hamamlarının külhanlarında yakılmışsa böyle bir hadise karşısında bir filozof ancak gülümser ve bu olayın, insan türünün yararına olduğunu, söyler,” der.
Müslümanların İskenderiye Kütüphanesini yaktıklarını doğru varsayalım. Müslümanlar tarafından tarih, tıp, tarım ve diğer bilim dallarında yazılan eserleri, “Kur’an” metinleridir diye yaktıran Kardinal Ximenes’in hareketinden nefret etmeyenler ya da Yaz Sarayını tahrip edip Çin İmparatorluğunun antik eser, mektup ve sair kültür varlıklarını imha edenler nasıl oluyor da bu hareketi bir töhmet olarak ileri sürebiliyorlar?
Sözün özüne gelirsek, Avrupa’nın bugün dahi Müslümanlara borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Haçlı savaşları esnasında yaşanan münakaşalar yüzünden derebeylik gibi müthiş bir sistemin sona erdiğini, aristokrasinin diktacı baskılarının yıkıldığını, bunların enkazı üzerinde hürriyetin kurulduğunu uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Avrupa’ya şunu hatırlatmak gerekir ki, eski-yeni edebiyatı birbirine bağlayan insanlar olmak, Batıda cehalet ve karanlık hüküm sürerken filozoflarına ait eserlerin koruyucusu olmak, ilmin en önemli dallarını, güzel sanatlar, matematik, tıp ve sair ilimleri geliştirmek noktasında Avrupa Müslümanlara çok şeyler borçludur.
İspanya Cassino ve Salernum o çağların ilim ve irfan kaynaklarıydı. İbni Sina, İbni Rüşd, İbni Baytar ve benzer kişiliklerin eserleri, barbarlıktan kurtulanların bilimsel çabalarına dinamizm ve yön kazandırmıştır. Müslümanların coğrafyaya merakları, onları keşiflerde bulunmaya, Afrika’nın çölden ibaret sahillerinde bile şehirler kurmaya sevk etmiştir. Müslümanlık, yalnız en parlak devirlerinde değil, ilk yıllarında bile edebiyat destek vermiştir. Hazret-i Muhammed (sav) “Şan ve şeref; servette değil bilgidedir” anlamında hadisler söylemiş, sahabeyi dünyanın en ıssız yerlerine olsun giderek ilim ve irfan öğrenmeye teşvik etmiştir.
İslam devletleri asırlarca kudretli hükümdarlar tarafından yönetilmiş, dinî ihtilaflar neredeyse unutulmuştur. Halife Memun, Şam Medresesine bir Hıristiyan hoca tayin ettiği zaman gelen itiraza şu sözlerle cevap vermişti: “Ben bu adamı, din işlerimde mürşit olması için değil, ilim öğreticisi olmak üzere tayin ediyorum.”
Endülüs İslam Devletinin yıkılmasının ardından şövalyelik ve kahramanlığın son kalıntılarının da ortadan kalkmasıyla kimler yas tutmamıştır?  Düşman tarihçilerinin dahi sekiz asırlık yönetimi esnasında tek bir haksızlığını kayıt etmedikleri o yüksek ve erdemli milletin huzurunda hangi göğüs iftiharla kabarmamıştır? Papazların insanlık öğrendikleri ve himaye gördükleri insanlara şeytani bir zulüm ve tutuculukla davranmaları, Ximenes gibi siyasi fanatiklerin yedi yüz yıllık emeğin mahsülü olan felsefi, edebî ve ilmî eserleri yaktırmasından dolayı kızarmayan yüz olabilir mi?
1214 Yılında doğan ve doğu dillerini öğrenen Friar Bacon’un eserlerinde Müslüman yazarların kitaplarıyla yakından tanışırız. Bacon; Sabit Bin Kura, Kindî, Ebu’l-Ferec’in kitaplarından alıntılarda bulunmakta, Grek ve Latin klasiklerine olduğu kadar Müslüman âlimlere de aşina görünmekte, özellikle Felsefenin Reisi ve Emiri sıfatlarıyla tanıdığımız İbni Sina’yı çok iyi tanımaktadır.[36] Lord Bacon’un Deneycilik (Empirizm) Felsefesinin ilk prensipleri selefi ve adaşı Roger Bacon’dan aldığı herkesçe bilinir. Bu gerçek, Bacon felsefe sisteminin İsmail ve diğer Müslüman bilginlerden alındığını tartışma kabul etmez biçimde açıklar.
Bir de çok sık dile getirilen bir iddiaya cevap vermek gerekir ki o da, Müslümanlığın bilime düşman olduğudur. Bu iddia, hakikatten o kadar uzaktır ki anlatması dahi zordur. Her şey bir yana, yaşadığımız aydınlanma çağınının esaslarını ve temellerini Müslümanlar atmışlardır. İslam dünyasında beş yaşına giren her çocuk mektebe gönderilmek zorundadır. Devletin asli görevlerinden biri de vatandaşlarının kanunları anlayacak ve itaat edecek şekilde bir eğitim altyapısını sunmaktır. Bu bağlamda her aile, çocuğunun eğitiminden sorumlu tutulur ki bunun bir gayesi de çocuğu hayata hazırlamaktır. Her âlimin bir zenaatı olur ve çoğunlukla geçimini bu zenaat yoluyla temin eder. Eğitim konusunda da baskı uygulanmaz ve her cemaat kendi çocuklarını, inanç ve geleneklerine uygun olarak eğitecek kurumlar oluşturabilir. Örneğin İstanbul’da eski bir külliyede yangın çıkmış ve birçok bina kullanılamaz hâle gelmişti. O külliyenin bulunduğu semtte yaşayan halka tebligatta bulunularak medreseyi inşa etmeleri istendi. Aynı külliyede yer alan cami ise kimi zenginlerin himmetleri ve bakanlığın cüz’i ödeneğiyle çok sonra yeniden yapıldı.[37]
Benzer iddialardan biri de çağdaş Osmanlı Devletinin despotik bir ülke olduğu söylentisidir. Dikkatle incelendiği zaman bunun gerçekle alakasının olmadığı görülür. Zira Osmanlı Devleti, bir takım imtiyazlar koparmak için halkıyla savaşmayan yegâne dünya devletidir. Bir Osmanlı Sultanı kendine göre vergi koyamaz, yasa icat edemez, savaş açamaz ve borçlanamaz. Osmanlı Devletinin dayandığı İslamî anayasa tercüme edilip her hangi bir Avrupa ülkesine tatbik edilse, çok güzel fakat ütopik ölçüdeki hürriyetleri sebebiyle uygulanamaz bulunacaktır![38]
Müslümanları askerî fetihlerine gelince, bunların tarihçe kaydedilen en onurlu fetihler olduğu görülecektir. Cebel-i Tarık’tan Hindistan’a kadar uzanan İslam devletinden daha şaşılacak bir devlet var mıdır? Bir taraftan Türklere, diğer taraftan Tatarlara bakınız ve Müslümanlığın ihtişam ve büyüklüğünü nasıl koruduğunu görünüz. Hıristiyan kumandanlar arasında Selahattinler, Timurlar, Muratlar, Beyazıtlar ile kıyas edilebilecek birkaç adam bulun! Müslümanlar, Hıristiyanları Pirene dağlarının arkasına atmadılar mı? İtalya’ya hücum ederek Fransa’nın kalbine inmediler mi? Türkler, fetihleriyle Alman sınırlarına ve Venedik körfezine kadar uzanmadılar mı? Hıristiyan devletlerin itifakları ve Haçlı seferleri, Batı’dan Doğu’ya akan fakat muazzam ve olağanüstü İslam kayasına çarparak kırılıp parçalanan bir dalga gibi değil miydi?
Daha da şaşırtıcı olan, bu harika insanların denizlerdeki başarılarıdır. Hazret-i Muhammed (sav) zamanında Müslümanların en çok korktukları şey denizdi. Bir İslam ülkesiyle hac yolu arasında deniz varsa, hac görevini eda edememek için kesin bir mazeret sayılırdı. Fakat bir nesil sonra Müslümanları donanmaları Akdeniz’de zaferler kazanmaya başladı. Girit, Kıbrıs, Malta ve daha birçok ada Müslümanlar tarafından fethedilirken Güney İtalya’nın Korsika ve Sardunya gibi bölgelerinde Müslüman kantonları oluştu.
Müslümanların Akdeniz’deki askerî üstünlükleri uzun süre devam etmiş, bundan askerî ve ticarî anlamda yararlanmışlardır. Müslümanlar bu denizde büyük gemiler bulundurmuşlardır. 970 Yılında Endülüs Sultanı Abdurrahman, bu denizde görülen gemilerden çok daha büyük bir gemi inşa ettirmiş ve Doğu’da satılmak üzere türlü emtia ile doldurmuştu. Bu gemi hareket ettikten sonra, Sicilya Prensi tarafından Muiz li-Dinillah’a gönderilen bir gemiyi yakalayarak taşıdığı eşyayı almış, Muiz bu olayı öğrenince bir donanma inşa ettirerek çok değerli eşyalarla dönmekte olan Abdurrahman’ın gemisini ele geçirmişti.
Müslümanların büyük gemiler inşa ettiklerine dair birçok kanıt mevcuttur. II. Philip devrinde “Yenilmez Armada” olarak tanımlanan İspanyol gemilerinin Müslüman gemileri taklit edilerek yapılmış olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bu gemiler İngiliz gemilerinden daha büyüktü.
Hindistan tarihi alanında kitap yazan müellifler kadar İslamiyet hakkında insaf ve adalete aykırı telifatta bulunan bir kesim yoktur. Bunlar ondördüncü yüzyılın Moğol imparatorlarını, ondokuzuncu asırda yol alan İngiliz yönetimiyle mukayese etmektedirler. Bu müellifler hak ve insafa uygun hareket etmek istiyorlarsa, Müslümanların Hindistan fethiyle Normanların İngiltere’yi işgallerini karşılaştırmalıdırlar. Yani Müslüman sultanlarla çağdaşları olan Batılı hükümdarları, Müslümanların Hindistan’da yaptıkları savaşlarla bizim Fransa’da yaptığımız savaşları, İslam fethinin Hindular üzerindeki etkisiyle Norman istilasının Anglo-Saksonlar üzerindeki etkisi mukayese edilmelidir.
Normanların işgal yıllarında bir adama “İngiliz” demek, büyük bir hakaret sayılıyordu. Adalet dağıtmakla yükümlü kimseler, her türlü haksızlığı işliyorlardı. Görevleri hukuku gözetmek olan yargıçlar en insafsız kimselerdi. Asillerin ve zenginlerin tek dertleri daha fazla para sahibi olmaktı ve bu uğurda her türlü suçu işlemeye hazırdılar. O dönemde ahlaksızlık ve fuhuş o kadar yaygındı ki İskoçya Kraliçesi bile tacizden kurtulabilmek için dinî bir kostüm giymeye mecbur kalmıştı.[39]
İddiaya göre Hindistan’daki Müslüman hanedanlıklarının tarihi, çağdaş Hıristiyanlığın tarihinde emsaline rastlanmayacak zulüm ve baskı örnekleriyle doludur. Oysa Godfrey de Bouillon komutasında düzenlenen ilk Haçlı Seferinde[40] Hıristiyan kuvvetleri Kudüs şehrinde 40.000 kişilik bir halk topluluğu merhametsizce kılıçtan geçirmiş, ne silahlar yiğitleri, ne teslim olmak korkakları kurtarabilmiştir. Yaşa ve cinsiyete asla bakılmamış, anne karnındaki bebekler dahi haçlıların mızraklarına hedef olmuşlardır. Kudüs caddeleri, insan cesetlerinden oluşan yığınlarla dolmuş, evlerden yükselen feryad ü figanlar gök kubbede yankılanmıştır.
Oysa Mısır ve Suriye Sultanı Selahettin ikinci Haçlı Seferi zamanında Kudüs’ü geri aldığı zaman, Hıristiyan esirlerine her türlü yumuşaklık ve nezaketi göstermiş, şehrin tesliminden sonra tek bir insan dahi öldürülmemiştir. Esirler arasında yoksul olanlar fidye bedeli alınmaksızın serbest bırakılmıştır. Bu büyük insanın şöhreti ve ahlakı karyı Selahettin edebî zevki ve ahlakı karşısında Fransız Philip ile İngiliz Richard’ın bütün iddiaları silinip gitmektedir. Selahettin, edebiyat zevkinin yanında bilgi ve hikmet sahibi bir hükümdar olarak fütuhatı sırasında eserleri daima himaye etmiştir. Selahettin, bir derviş kadar takva hissiyle dolu olduğundan, başkalarına onun kadar lütuf ve ihsanda bulunan başka bir hükümdar yoktur. Af ve hoşgörü gibi nice güzel erdem onun şahsında en güzel şekliyle toplanmıştı. Kendisi öyle bir karakterle ayrışmıştı ki rakipleri onu taklit ettiklerinde en büyük iyiliği yapmış olurlardı. “Sultan Selahettin’in olağanüstü cesaret, zekâ, iyiliksever bir insan olduğunda şüphe şoktur. Şam’daki barış anlaşmasının ardından Sultan vefat etmiş, ölüm döşeğinde Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan farkı gözetilmeksizin dağıtılmak üzere sadakalar bırakmıştı.”[41]
Aradaki farka bakınız ki Hıristiyan kahraman 1. Richard heybet ve ihtişamını zorbalık ve zulümlerinin doğurduğu teröre borçluydu. Doymak bilmeyen bir ihtirasa sahipti. Ölçüsüz ve sınırsız şehvet düşkünlüğü yüzünden Navarre Kralı Sancho’nun kızı olan hanımı Kraliçe Berengaria’yı ihmal etmesi bir yana, dilimizin varmadığı türden ahlaksızlık yapmış biriydi. Nihayet zavallı bir rahip, Richard’ın menfur günahını kendi sarayında yüzüne vurmuş, Lut kavmiyle aynı sonu paylaşmaması için ikazda bulunmuştu![42]
Müslüman hanedanların büyük bölümü ise olağanüstü ahlak ve karaktere sahip insanlardan oluşuyordu. Örneğin Gazneli Mahmut’un gayret ve başarıları, ilim ve irfan ehlini himayesi gün gibi açık bir hakikattir. Mahmut, ilim ve irfan ehline o derece saygı gösterirdi ki sarayı bilginlerin ve hikmet sahiplerinin toplandıkları bir akademiye dönüşmüştü. O güne kadar hiçbir Asyalı hükümdar bu kadar bilgin ve filozofu bir araya getirmeyi başaramamıştı. Gazneli Mahmut, servete düşkün biri olmasına karşın onu kullanmayı da iyi biliyordu. Ardından gelen dört sultan da ilim ve edebiyat sahibi kişiliklerdi ve halk tarafından âdil hükümdarlar olarak tanınmışlardı. Acaba aynı sözler, muasırları olan Normanlı William ve ardılları hakkında söylenebilir miydi?  
On ikinci yüzyılda yaşamış Fransız Kralı 7. Louis Vitri şehrini ele geçirdiğinde tamamen yakılmasını emretmiş, sonuçta 1300 kişi, bu insanlık dışı emrin kurbanları olarak alevler içinde kül olmuşlardı. O sırada İngiltere tahtında Stephen oturmaktaydı. İç savaşlar o derece şiddetlenmişti ki topraklar ekilemez olmuş, ziraat aletleri ya tahrip edilmiş ya da bir tarafa atılmıştı. On dördüncü asırda Fransa ile yaşanan savaşlarımızöyle feci ve yıkıcıydı ki insanlık hiçbir zaman böyle bir şey görmemişti. Sözde Müslüman sultanlarının zulmü onların iyilikseverliğinden fazlaymış! Elimizde Hıristiyan krallarının zulüm ve baskılarına dair sayısız belge ve kanıt bulunuyor. Peki, iyilik ve ihsanlarına dair her hangi bir kayıt var mı?
3. Firuz Şah da 1251 yılında tahta çıkmıştı. Irmaklar üzerine elli baraj, kırk cami, otuz medrese, yüz kervansaray, yüz hastane, yüz hamam ve yüzelli köprü inşa ettirmişti. Bunlar dışında birçok binalar yaptırmış, Jumna şehrini dağların arasından Hansi ve Hissa şehirlerine bağlayan bir kanal kazdırmıştı.
Müslüman Moğol hanedanının ilk hükümdarı olan Babür, Hindistan’a hâkim olanların en soylularından biriydi. Sade fakat çok vakur bir insandı. Gençliğinde bazı kusurlar işleyen Babür Şah, daha sonra ahlakî yüceliğiyle şöhret bulmuş, nefsinin bütün zaaflarını yenmeyi başararak dürüstlük ve temizlik abidesi olmuştu. Babür, söz dinleyen bir evlattı. Şefkat dolu bir baba ve kardeşti. Cömet bir arkadaş, merhametli bir düşmandı. Gayet muhteşem biri olan Babür, çok da alçakgönüllüydü. İsrafı sevmezdi. Cesur, açıksözlü, ufuk sahibi ve eli açık biriydi. Entrikaları sevmezdi. Yüksek bir zevke sahipti. Çok bilgiliydi. Doğduğu ve büyüdüğü şartlar dikkate alınırsa Babür’ün hayatı;
“Araziyi sularken toprağın siyahlığıyla kararan, bir yandan da göğün saflığını yansıtmaya devam eden bir nehir gibiydi”.
Oğlu Hümayun, aşırı hırslardan sıyrılmış, lekesiz bir karakter yapısına sahipti. Kendisi bir Afgan Emiri olan Şir Şah tarafından yurdundan çıkarılmış ve tahtı onu eline geçmişti. Şir Şah, beş sene hükümran olduktan sonra tacını oğlu Adil Şah’a bırakmış, Hümayun ise, ancak on altı yıla uzanan bir gurbet hayatından sonra tahtı üzerindeki haklarını geri alabilmişti. Tahtını gasp eden Şir Şah kudret ve şevket sahibi biriydi. Kısa saltanatının büyük bölümünü savaşlarda geçirmiş olmasına rağmen ülkede mükemmel bir düzen kurmuş, yönetimi sırasında birçok yenilikler başarılmıştı. Şir Şah Bengal’den başlayan ve Sind diyarında Rotas’ta sona eren dört aylık bir yol açtırmış, bu yolun her mola noktasına kervansaraylar inşa ettirmiş, köprüler yaptırmış, yol üzerindeki camilere imam ve müezzinler tayin ederken Hindular için de ibadet mekânları tahsis etmişti. Yolcuların sürekli gölgede gidebilmeleri için yolun iki tarafına ağaçlar dikilmiş, yolun inşasından seksen iki yıl sonra bölgeye giden Batılı seyyahlar da bunu görmüşlerdi.
 Ekber Şah savaşta da, meclisinde de adı gibi büyük bir sultandı. İlmi, hoşgörüsü, cesareti, affediciliği, hünerliliği, kudreti ve hürriyet severliğiyle şöhret bulmuştu. Yüksek karakteri anlatılmayı gerektirmeyecek kadar iyi bilinir. İdareleri insanlık için nimet olan büyük devlet adamları arasında Ekber Şah, iç siyasetteki başarılarıyla farklılık gösterir. Ekber Şah, keyfî yargılamalara son vermiş, kızların reşit olmadan evlendirilmelerini yasaklamış, Hinduların aksi inancına rağmen dul kadınların evlenmelerine izin vermiş, dul kalan Hindu kadınların iradeleri dışında yakılmalarını yasaklamıştı. Müslümanlara görev verdiği kadar, Hindu tebaasına da görevler vermiş, Müslüman olmayanların verdikleri cizye vergisini ilga etmiş, hacıların verdikleri vergileri kaldırmış, savaş esirlerine köle muamelesi yapılmasına karşı çıkmıştı.
Ekber Şah, Şir Şah’ın başlattığı mali reformları tamamlayarak ülke dâhilindeki araziyi yeniden ölçtürmüş, tahmini tarımsal üretimi tespit ettirmiş, devletin tarımsal üretimdeki payının nakdi olduğu gibi aynî olarak da ödenebilmesine izin vermiştir. Devletin geçmişte almakta olduğu birçok ağır vergiyi de kaldırmıştır. Tüm bu önlemler sayesinde halkın refah düzeyi iyice yükseldi. Ekber Şah’ın vergi tahsildarlarına yönelik fermanları sonraki sultanlar tarafından da aynen korunmuştur.
Bu fermanlardan anlaşılan odur ki Ekber Şah, halkının refah ve esenliğini, idarenin halkın hürriyetlerine saygılı olmasını arzu ediyordu. Ekber Şah’ın adliye memurlarına verdiği talimatlar da şefkat ve merhamet yönü ağır basan kurallardan oluşuyordu. Örneğin idam cezalarını uygulamadan mümkün olduğunca çekinmelerini, fitne ve fesada yol açan hadiseler dışında idam cezalarını şahsi onayı olmaksızın uygulamamalarını emrederdi. Ekber Şah, ordusunu da yeniden düzenlemiş, ordunun gelirlerinden bir bölümünü kendi tahsil etmesi yerine hak edişlerini sadece devlet hazinesinden almasını sağlamıştı. Ekber Şah, kale ve benzeri kamu binaları dışında birçok muhteşem eser meydana getirmiş, bunlar Piskopos Heber’in seyahatnamesinde takdirle anlatılmıştır.[43] Ekber Şah, idarenin her bölümüne düzen ve usul getirmiş, yaptırdığı eserlere nizam ve ihtişamını yansıtmıştır.
Meşhur İtalyan seyyah Pietro del Valle de Ekber Şah’ın oğlu Cihangir’in zamanında Hindistan’ı ziyaret ederek 1623 yılında seyahatnamesini yazmıştır. Del Valle, Cihangir’in üstün karakteriyle Hindistan halkının yaşantı tarzını uzun uzun anlatmıştır. Ülke halkının yalnız refah ve ihtişam içinde değil, aynı zamanda tam bir güven ortamında yaşadığını görmüş, Sultan’ın sahte suçlamalarla insanları sıkıştırmadığını, bilakis halkın bolluk ve huzur içinde korkusuzca hayat sürdüğünü ifade etmiştir.
Sir Thomas Rowe da 1615 yılında Şah Cihan’ı otağında ziyaret ettiği zaman gördüğü ihtişamdan gözleri kamaşmış, iki dönüm arazinin ipek ve altından dokunmuş halı ve örtülerle kaplandığını, bunların altın ve mücevherlerler süslü olduğunu görmüştür. Tavernier ise şöyle demiştir: “Tavus tahtı yaptıran, cülus günlerinde kendi ağırlığınca altın ve mücevher dağıtan hükümdar, tebaasına bir ‘Kral’ gibi değil, bir aile babası gibi hükmediyordu. Şah Cihan, içişlerinin idaresinde zerre kadar gevşeklik göstermezdi. Hindistan tarihinde hiçbir hükümdar halka onun kadar dikkat ve özen göstermemiştir.”
Bu muhteşem sultanın devrinde Delhi’nin meşhur kanalı Mimar Ali Murad Han’ın gözetiminde inşa edildi. Halkın ihtiyacı yıllarca incelendikten sonra bu muhteşem kanal Delhi şehrinin zenginlik ve estetiğiyle uyumlu bir şekilde ortaya konmuştur. Kanalın asıl yatağından bin küçük kanala su akıyor, bunlar Delhi’nin dört bir yanındaki mermer fıskıye, hamam ve şadırvan gibi muhtelif su merkezlerine dağılarak yoksul kesimlerin evlerine kadar ulaşıyor, şehir halkının su ihtiyacı karşılanıyordu. Böylelikle kamu sağlık ve temizliğine önemli bir katkıda bulunuluyordu.
Müslümanların da İngilizler gibi Hindistan halkından birçok şeyi gasp ettikleri ileri sürülüyorsa da bu iddialar ispat edilememektedir. Bunlar karşısında Müslümanlar da, İngilizlerin aksine aldıkları her şeyin bedelini bu ülkeye geri verdiklerini, büyük küçük herkes arasında adaleti sağladıklarını, tüccarların yüzlerce kilometrelik yollar boyunca mallarını güven içinde taşımalarını temin ettiklerini ve halkın kendi dönemlerinde bolluk ve huzur içinde yaşadıklarını söyleyerek kendilerini müdafa ediyorlar. Bunun böyle olduğunu kararmış mermerler, tıkanmış kanallar, baykuş yuvasına dönmüş kervansaray ve mabetler, yıkık sütun ve kemerler ispatlamaktadır.
Gerçekten de sağduyu sahibi hiç kimsenin karşı çıkmayacağından emin olarak şunu söyleyebiliriz ki kendilerine ‘Barbar’ denilen bu sultanlar, devlet için bugünün ordularını donatıp besleyecek kadar bile para harcamamışlardır.
Doğulu sultan ve emirlerin gelişmeye yönelik kalıcı gayretleriyle aynı alanda Batı memleketlerinde gösterilen gayretlerin mukayesesi kesinlikle yararlı olacaktır. Fakat iki tablo, karşılaştırılamayacak gibi görünmektedir. Çünkü biliyoruz ki o dönemde İngiltere’de tek bir kanal yoktu. Yollarımız birkaçını hâriç tutarsak hep keçi yoluydu. En büyük şehirlerimizde bile büyük bir su deposu yoktu. Delhi gibi büyük şehirlerde güvenliğin sağlanmasından sorumlu güvenlik güçlerinden bizde eser yoktu. Londra’dan çıkan bir yolcunun Highgate’e güvenli bir şekilde ulaşması düşünülemezdi. Oysa Şah Cihan’ın en sefil bir vatandaşı dahi Pencap’tan Delhi’ye, Delhi’den Allahabad’a kadar huzur ve güven içinde ulaşabilirdi.[44]
Mr. Holwell, Bengal halkının kendi yerli hükümdarına tâbi olduğu zamanki durumu hakkında öyle bilgiler veriyor ki insan bunları efsane sanmaktadır. Oysa Holwell uzun süre bu insanların arasında yaşamış, meseleyi bütün gerçekliğiyle açıklamıştır. Kendisi şöyle der:
“Bu mutlu halka saldırmak zulümdür. Çünkü bu çevrede güzellik, temizlik, Allah korkusu, adalet ve düzen, kısacası eski Hindistan’a mahsus seçkin medeniyetin izleri yaşamaya devam ediyor. Halk tam bir tasarruf hürriyetine sahip ve bu hürriyeti çiğnenmiyor. Özel veya genel anlamda tatsızlık olduğu pek duyulmaz. Ellerinde ticaret bulunan, ya da bulunmayan gezgin tüccarlar, hükümetin bedelsiz olarak tahsis ettiği muhafızların himayesi altında bir konaktan diğerine giderler. Canları ve malları tamamen koruma altında olur. Yolcular, birinci konağın muhafızları tarafından ikinci konağın muhafızlarına teslim edilirler. Bu da bir senet karşılığında gerçekleşir. Her konakta yenisi düzenlenen bu senet, konakların yevmiye defterlerine de işlenir. Bu defterler de belli zamanlarda Raca’ya bildirilir.
Tüccarlar ve seyyahlar memleketi bu şekilde dolaşırlar. Yolda eşyalarını taşımak için vesait ve araba parası vermedikleri gibi istedikleri takdirde gıda maddelerini de bedelsiz olarak alabilirlerdi. Bir yerde üç gün kalırlarsa aynı kamu hizmetlerinden yararlanırlardı. Kaçınılmaz bir kazaya yahut hastalığa uğramaları hâlinde bu süreyi uzatabilirlerdi. Yolculuk sırasında para çantası yahut değerli bir şeyi zayi olursa onu bulan insan yol üzerindeki ağaca asar ve durumu en yakın muhafız birliğine haber verirdi. Muhafızlar da hemen tellallar vasıtasıyla durumu yolculara duyururlardı.”[45]
Şimdi bir karşılaştırma yaparak ‘Hıristiyan ve aydın’ İngiltere’nin aynı dönemde bu İslam ve Doğu hükümdarlarının devirlerine rastlayan zamanda ne hâlde olduğunu gösterelim:
1381. Wat Tyler ve Jack Straw İsyanı: Bu isyanın baronlar tarafından bastırılması üzerine asilerin çoğu yargılanmadan 1500 asi çarmıha gerilmiştir.
1394. İngiliz reformist John Wycliffe baskılara uğratıldı.
1398. Kral 2. Richard’ın baskıcı yönetimi başladı. İrlanda’da yaşanan isyan bastırılmış, İrlandalı kadınlarla evlenmek, İrlandalı yerel kıyafeti giymek, İrlanda geleneklerini kabul etmek ‘Vatana ihanet’ sayılmaya başlamış ve bu suçu işleyenlerin mallarına el konulacağı ilan edilmişti. İrlandalıları manastırlara kabul etmek, onların saz şairlerine ikramda bulunmak da suçtu.
1399. Kral 2. Richard, Bolingbroke tarafından tacından ve tahtından edildikten sonra öldürüldü. Bolingbroke 4. Henry adıyla tahtı gasp etti ve öldürdüğü kralın yasal varislerini hapse attırdı.
1410. John Badby dinden çıktığı iddiasıyla Smithfield tarafından huzurunda yaktırıldı. Wales Prensi olan Smithfield daha sonra 5. Henry adıyla tahta oturdu. 4. Henry tarafından halka şöyle işkence ediliyordu: Erkek veya kadın mahkûm hapse düşünce yeraltında karanlık bir hücreye tıkılırdı. Orada çırılçıplak bir hâlde toprağa yatırılırdı. Mahkûmların altlarında bir şey olmadığı gibi üstlerinde de bir örtü olmazdı. Sırtüstü yatmaya mecbur edilen biçarelerin ayaklarıyla bir elleri odanın bir köşesine, öbür elleri de diğer köşeye bağlanır, vücutlarının üstüne tahammülleri ölçüsünde taş ve demir konulurdu. Ertesi gün onlara üç lokma arpa ekmeği verilir, hiç su verilmezdi. Sonraki gün üç yudum su verilir ancak hiç ekmek verilmezdi. Bu korkunç işkence 3. George’un zamanına kadar meşrû görülmüştü. Bu işkencenin son olarak ne zaman uygulandığına gelince, Mr. Barrington, 2. George zamanında yani 1741 yılında bu işkenceye maruz kaldığını kaydetmektedir.[46]
1468. Bu yılla birlikte işkence yaygın olarak uygulanmaya başlamıştır. İşkence gören mahkûmlar, cezaları esnasında zindanda zincire vurulurken bunlara ait fermanların bir bölümü hâlen korunmaktadır. Örneğin 1640 senesinde bir okçu, başpiskopos Laud’a saldırı girişiminde bulunmak suçlamasıyla zindana atılmış ve suçunu itiraf etmesi için yukarıda anlattığımız muameleye maruz bırakılmıştı. Bu işkencenin uygulanmasını içeren ferman, resmi kayıtlarda muhafaza edilmektedir. 2. James, İskoçya’da bulunduğu sırada yapılan işkencelerde bizzat hazır bulunmuştu.
1413. Zındık hareketlerin imhası amacıyla bir kanun çıkarıldı.
1415. John Claydon ve Richard Turman zındıklık suçuyla Smithfield’de yakıldılar.
1441. Gloucester Düşesi Eleanor Cobham, astronom Rogen Bolingbroke, Canon Southwell, Margery Jourdayne ve John Hum büyücülükle suçlandılar. Bunlardan Düşes sürgüne gönderilirken Bolingbroke çarmıha gerildi, Jourdayne yakıldı. Southwell hapse atıldı. Hum affedildi.
1445. Kırmızı Gül’ü sembol seçen Lancastrianlılar ile Beyaz Gül’ü sembol seçen Yorklular arasında sivil savaşlar başladı. 1485 yılında sona eren bu savaşlar esnasında hanedandan 12 prens, 200 soylu ve 100.000 sade vatandaş ölmüş, heryer ıssız kalırken aristokratlar perişan olmuştu.
1478. Bazı kadınlar büyücülükle suçlanarak idam edildiler.
1483. 3. Richard tahtı gasp ederek 5. Edward’ı öldürmüş, genç kuzenleri York Dükü’nü Londra Kulesinde, Lord Rivers’ı Pomfret’de idam ettirmişti.
1485. 7. Henry tahta oturmuş, baskı ve müsadere yoluyla topladığı paralar ile parlamentoyu ilga etmiş, alaylı bir ifadeyle “Hayır Vergileri” olarak adlandırılan vergiler salmıştır.
1509. 8. Henry tahta oturmuş, bu vahşi diktatörün ne zulmünden bir insan, ne de şehvetinden bir kadın kurtulmamıştır. Kendisi de sürekli bununla övünmüştür. Bu devirde krala en büyük ünvanlar verilmiş, geçmişte duyulmamış ihanetler yaşanmıştır.
1532. Yedi kişiyi zehirlemekle suçlanan biri kaynar suda haşlanarak öldürülmüştür.
1534. Kent şehrinin Mukaddes Kızı idam edilmiş, iki kişi de zındıklık suçuyla Smithfield’de yakılmıştır.
1535. Dokuz papaz, Henry’nin manevî nüfuzunu kabul etmedikleri gerekçesiyle çarmıha gerilmişlerdir. Aynı gerekçeyle Başpiskopos Fisher ile Sir Thomas More’un da kelleleri vurulmuştur. Bu zulümler tüm Avrupa’da bir terör havası estirmişti.
1536. Anne Boleyn’in kellesi uçurulmuş, Henry Jane Seymour ile evlenmiştir.
1537. 193 Manastırdan 2.653.000 Sterlin tutarında para kral tarafından müsadere edilmiş, kiliselere ait araziler, Henry’nin avanesi arasında taksim edilmişti.
1538. İki papaz zındıklık suçlamasıyla yakılmıştır.
1539. Reading, Glastonbury ve Colchester papazları, kralı tanımadıkları için asılmışlardı. İskoçya’daki reformistler baskıya uğramış ve bunların yedisi yakılmıştı. Parlamento, kralın ağzından çıkan sözlerin ‘kanun’ olduğunu ilan etmiş, İngiltere ve Galler’deki 643 manastır, 90 Kolej ve 2374 kilise ile 100 hastane tamamen kapatılmıştı. Buralarda çalışanlar sokaklara düşmüş, yoksullar çaresizliğe itilmişlerdi.
1540. Tapınak Şövalyeleri dağıtılarak arazilerine kral tarafından el konuldu. Henry Anne of Cleves ile evlendi. Jane Seymour 1537 yılında ölmüştü. Kral, yeni eşiyle altı ay yaşadıktan sonra Catherine Howard ile evlenmek için eşinden ayrıldı.
1541. Salisburry Kontesi gibi saygıdeğer bir kadın, Clarence Dükü George’un kızı Margaret 27 Mayıs günü adi bir suçlu gibi idam edilmeye direnmiş, cellât tarafından kolları ve boynu yaralandıktan sonra kellesi uçurulmuştu.
1542. Mary Stewart idam edildi.
1543. Kral Henry, Catherine Parr ile altıncı evliliğini yaptı.
1546. Anne Ascue zındıklık suçlamasıyla işkence edildikten sonra idam edildi. Onunla birlikte yargılanan üç adam da yakılarak öldürüldüler.
1547. 8. Henry 28.Ocak günü 56 yaşında öldü. İniliz Kraliyet hanedanında onun kadar zalim ve baskıcı biri tahta oturmamıştı. Onun doğal ölümüyle yerine 6. Edward tahta geçti.
1549. İngiltere’nin her yanında sefalet ve dilencilik yayılmış, ağır kanunlar çıkarılmıştı. Serseriler hakkında ihbarda bulunanlar, onları iki yıl boyunca köle olarak kullanma hakkına sahip oluyorlardı! Norfolk’da çok büyük bir ayaklanma patlak verdi.
1553. Mary tahta oturdu ve papalığı yeniden tesis etti.
1554. Leydi Jane Grey ve Lord Guildford Dudley 12.Şubat günü idam edildiler.
1555. Protestanlar takibata uğrayarak Piskopos Ridley ve Latimer Oxford’da yakılmışlardır. Bu dönemde cinayetler artarak eşkıyalar çoğalmış, Oxford’da bir defada elli suçlu idam edilmişti. Makam ve mevki sahipleri suistimale başlamışlardı.
1558. Kraliçe Mary 42 yaşında öldü. İktidarı beş yıl süren Kraliçenin devrinde 285 kişi diri diri yakılmıştı. Bunlar arasında bir piskopos, 21 papaz, 65 kadın ve 4 çocuk vardı. Binlerce insan da dinî inançları sebebiyle hürriyet, sağlık veya mal varlığından mahrum edilmişti.
Katolikler, Kraliçe Elizabeth zamanında Papanın Kraliçe’yi görevden alma yetkisini tanıdıkları için türlü baskıya maruz kaldılar ve diri diri yakıldılar.
1586. İskoçya Kraliçesi Mary, Kraliçe Elizabeth aleyhinde Babington tarafından düzenlenen suikaste karıştığı suçlamasıyla yargılandı. 18 Yıllık zindan hayatı, genç ve güzel kraliçeyi yaşlı ve yorgun bir kadına çevirmişti.
1587. İskoçya Kraliçesi Mary’nin kellesi vuruldu. Kraliçe, öldürüldüğünde 44 yaşında bulunuyordu.
1588. İrlandalı Katoliklere karşı tarihin en büyük zulüm ve baskıları uygulandı.
1601. Kraliçe Elizabeth, 24.Mart günü 70 yaşında öldü. Yerine James tahta geçti. Yeni kral, İskoç Kraliçesi Mary’nin oğluydu. Bu yıl dini hoşgörü karşıtı ferman yayınlanmış ve Püritanlar Amerika kıtasına göçe başlamışlardır.
1603. James tarafından İskoçya’daki Presbiterizm yanlılarına baskı uygulandı. On ileri gelen hapse atılırken 300 papaz sürüldü. Baskıların arkası geldi. Büyücülük ve büyü aleyhinde sert yasalar çıkarıldı.
1604. James, cinler ve cincilik hakkındaki çalışmasının üçüncü baskısını çıkardı. Bu kitapta kötü ruhların ne yaptıklarını, büyücülerin ne işler gördüklerini, bunların nasıl cezalandırılması gerektiğini açıklamıştır.[47] 
Bu sırada Parlamento da kitaptaki fikirlere uygun kanunlar çıkarmış ve bu kanunlar tam bir titizlik içinde uygulanmıştı. Onyedinci yüzyılın sonuna kadar İngiltere’de 3199 kişi sihirbazlık ve büyücülük suçlamasıyla yargılanıp idam edilmiştir.[48] Bu zavallılar arasında düşmanları tarafından üç çocuğa büyü yaptıkları iddia edilen iki dul kadın vardı ki mahkemenin önüne çıkamayacak derecede hasta idiler. Ertesi gün ikisi de mahkeme huzuruna çıkarıldı ve idam kararı yüzlerine okundu.
1625. Kral 1. James 69 yaşında öldü. Yerine oğlu 1. Charles geçti. Yeni kral, mecburi borçlanma senetleri, keyfi vergi ve cezalar sebebiyle kısa sürede halkın nefretini kazandı.
1629. “Star Chamber”[49] adlı mahkeme daha da güçlendirildi. 
Bu mahkemenin adalet anlayışını öğrenmek için şu dört örnek yeterli olacaktır: Prynne adında bir avukat, mahkeme tarafından tiksindirici bulunan bir kitap yazması sebebiyle ceza olarak Westminister ve Cheapside meydanlarında teşhire, iki kulağının kesilmesine, 5000 sterlin ödemeye ve ömürboyu kürek hapsine mahkûm edilmişti.
   Albay Lilburne ise, halkı kışkıştabilecek nitelikte bir kitapçık neşretme suçlamasıyla mahkemeye çağrılmış, fakat sorulan sorulara aleyhinde de olsa cevap vermesi için yemin etmeyi reddetmişti. Bunun üzerine kırbaçlanma ve hapis cezasına çarptırılmıştı. Albay Lilburne kırbaç altında inlerken hükümetin zalim olduğunu söyleyince, bu defa mahkeme tarafından dilinin kesilmesine karar verilmişti.
Canterburry Piskoposu Laud, Lincoln Piskoposu Williams’a beslediği düşmanlık yüzünden 10.000 Sterlin para ve dinî görevlerinden men cezasına çarptırılmıştı. Ayrıca şahsi eşyaları ve kitapları toplanırken bir okul öğretmenine yazdığı mektuplar bulunmuş ve bu yüzden de ayrıca 8.000 Sterlin para ve kulaklarından çivilenme cezasına çarptırılmıştı.
1641. İrlanda’da ayaklanma çıktı ve tam 40.000 Protestan katledildi.
1642. İç savaş başladı.
1649. “Diktatör, halk düşmanı, hain ve katil” olarak ilan edilen Charles 12.Ocak günü mahkemece suçlu bulundu ve Whitehall’da 30.Ocak günü idam edildi.
1659. Cromwell 26.Haziran günü Koruyucu Lord sıfatıyla Westminister sarayında göreve başlamış, onun idaresi sertliğiyle temayüz etmiş ve bu devirde birçok kimse yargılanmadan idam edilmiştir. Savaş esirleri, hükümet karşıtı elli kişiyle birlikte Barbadoes’a gönderilmiş ve orada köle olarak satılmışlardır. Kraliyet taraftarları imha edilirken krala söz verenlerin hepsi de mahvedilmişlerdir. Ülke askerî bölgelere ayrılmış, bölge komutanlarına şüpheli ve tehlikeli gördükleri kimseleri tutuklayıp hapse atmaları için yetki verilmişti.
Daha yakın zamanlara gelerek Hindistan’da idareyi ele geçirdikten sonra izlediğimiz siyasete şöyle bir bakalım:
Mir Kasım’ı Bengal yönetiminden azlettikten sonra yaşanan olaylardan söz ederken Clive şunları kaydeder: “Böyle bir başıbozukluk ve çöküş manzarasının Bengal’den başka bir yerde görülmediğini ve duyulmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bengal’i oluşturan üç vilayet, Bengal, Bihar ve Orisa’nın yıllık hâsılası üretim olarak 3.000.000 sterlindi, bölge İngiliz Şirketinin memurları tarafından yönetiliyordu. Bunların askeri ve sivil memurları, büyük çiftlik sahibinden fakir toprak sahibine kadar herkesten ayrım yapmaksızın vergi alıyorlardı. Ticaret, sadece İngiliz Şirketine bağlı tüccarlar tarafından yapılabiliyordu. Şirket memurları, isim ve sıfatlarını kullanmak suretiyle İngilizlerin ismini zedeleyip Müslüman ve Hintlileri rencide eden suçlar işlemişlerdi. İngiliz memurlar büyük toprak sahiplerinin gelirlerine müdahale etmişler ve istediklerini almışlar, bazılarını kollamak üzere de rüşvet tarifeleri belirlemişlerdi.”[50]
Bu kötü yönetimi şiddetli bir kuraklık izlemişti. Genel Vali Cornwallis, kıtlık yüzünden Bengal’in yirmi sene sonra harabeye döneceğini yazıyordu. Genel Vali, ilgili değerlendirmesinde şöyle diyordu: “Yıllardan beri ticaret ve tarımın giderek gerilediğini söylemekten dolayı üzgünüm. Hâlihazırda büyük kentlerde oturan Sheef ve Banyan kastlarının mensupları dışında, eyalet halkını genel bir yokluk ve sefalet beklemektedir. Şirketin arazisi içindeki mülk sahipleri de aynı durumdadırlar. Bu vaziyet, bunların tembellik ve israfına bağlanabiliyorsa da geniş ölçekte geçmiş idarenin kusurlarına atfedilebilir. Kötü yönetimden etkilenen bölge, sadece bizim idaremize bağlı olanlar değildi. Müttefiklerimizin idaresindeki topraklar da aynı durumdaydı. Oude (Uttar Pradesh) valisiyle görüştüğümüz günden beri bu ülke İngilizlerin üzerine kondukları bir leşe dönüştü.”
Mr. Hastings Hindistan yönetimine geldiği sırada şöyle demişti: “Korkarım,  saldırgan ruhumuzun en inatçı bir biçimde ortaya çıkması; Hindistan’daki bütün kuvvetlerin bizimle işbirliğinden uzaklaşmasına, silahlarımızdan korktuğu kadar bizimle bir araya gelmekten korkmasına yol açmıştır. Bir yandan saldırgan ruh, diğer yandan fertlerin kayıtsızlığı, belki teşvik gören ahlaksızlığı, milli şöhretimize, silahlarımız ve güçlerimizin verdiği zarardan daha müthiş bir zarar vermiştir. Hindistan’da herkes bizimle görüşmekten çekiniyor. Çünkü bizimle ilişki kuranların ölümcül bir zillete uğradıkları görülüyor.”[51]
Hastings, bunları söyledikten sonra sözlerini kanıtlamak için Oude’de yaptıklarımıza işaret etmiştir.
Tarihçi Mill ise şunları söyler:
“Bu işler başlamadan önce Oude (Uttar Pradesh) eyaleti yüksek bir refah düzeyine sahipti. Halk, her hangi bir baskı ve tazyike gerek olmaksızın 3 milyon sterlinlik bir gelir temin ediyordu. Bu beldeye askeri bir ordu dışında sivil memurlardan oluşan bir ordu göndermemiz yüzünden Oude valisi acı bir felakete uğramış, halk, yokluk ve sefalete düşmüştü. O kadar ki Oude valisi, birkaç sene dayandıktan sonra gelirinin yarıya indiğini görmüştü. Dokuz yıl boyunca yapılan haksız uygulamalar sebebiyle bu vilayetten yıllık 340.000 sterlin civarında vergi tahsil ediliyordu. Memurların çokluğu, maaşlarının yüksekliği ve bunların sahip olduğu nüfuz, ayrıca emeklilik ikramiyeleri, şirketin rüşvetleri, askeri ve mülkî idarenin giderleri artık dayanılmaz bir hâl almıştı. Sonuçta Mr. Hastings’in dediği gibi bu durum, İngilizlerin bölgede düşman görülmesi neticesini doğurmuştu. Korkarım ki ne sıfat ve ne suretle vergi saldığımızı soracak olsam, kimse bu sorumu anlamayacak, hele valiyi muhafaza için giderlerini karşılayamayacağı ve istemediği bir orduyu kendisine niçin gönderdiğimizi soracak olursam bu sorunun manasını anlayacak olanlar gerçekten az olacaktır. Biz diyoruz ki: Siz bu orduyu istemiyorsunuz. Ancak onun giderlerini karşılamak zorundasınız!”
Mr. Hastings’in idaresi döneminde yaşanan bu fenalıkları teşhir etmekten çekinmiyoruz. Gerçi kendisi yerel valinin istemediği lakin masrafını üstlenmeye mecbur bırakıldığı ordunun bir kısmını geri çekmişti. Ancak onun ardılı olan Lord Cornwallis yerel valinin ciddi ve samimi itirazına rağmen ordunun miktarını artırmıştı. Lord Teigmouth İngilizlerin taleplerinin yıllık 250 bin sterlinden 700.000 sterline yükseltince asker sayısı da arttırmıştı. Lord Wellesley, 1801 yılında bütün memleketi ele geçireceğini söyleyerek yerel valinin 1.300.000 sterlin kıymetindeki arazisinin yarısını istemişti. İş bununla da kalmamış, 1815-1825 yılları arasında ‘borçlanma’ adı altında dört milyon sterlin alınmış, Genel Vali Lord Bentinck bu paranın kral adına istendiğini ancak, İngiliz askeri gücünden korkularak verildiğini bildirmişti.
İngilizlerin oradaki zulüm ve haksızlıklarını daha açık ortaya koyabilmek için şunu eklemeliyiz:
Lord Dalhousie 1837 yılında düzenlenen anlaşmanın hükümlerini çiğneyerek Oude’yi ilhak etmiş, anlaşmanın sanki hiç olmamış gibi olduğunu, çünkü Müdürler Mahkemesi (Court of Directors) tarafından kabul edilmediğini söylemiştir. Hâlbuki bu anlaşma, Genel Vali Lord Auckland’ın imzasını taşıdığı gibi Genel Vali ile Oude valisi arasında yapılan yazışmalarda da mer’i olarak açıklanmış, 1845 yılında hükümet emriyle yayınlanan bir yasa kitapçığına da eklenmişti.(Bk. Oude Blue Book)
Bu iddia, 1857 yılında tanınmış hukukçulardan Dr. Travers Twiss’e sorulmuş, o büyük hukukçu da şu değerlendirmede bulunmuştu:
“Konuyla ilgili bütün gerçekleri gözden geçirdikten sonra Hindistan Genel Valisi’nin 1837 Anlaşmasını, yürürlükte değilmiş gibi görmeye hakkı olmadığı neticesine vardım.”
Bu kadar yetkin bir kişinin böyle bir değerlendirmede bulunmasına rağmen başka bir yazar, bu eşkıyalığı, bu çeteciliği haklı göstermenin yollarını aramaktadır. İşte Mr. Kaye’nin meseleye yaklaşımı:
“İngiliz imparatorluğuna ilhak edilecek bir vilayet daha bulunuyordu. Lord Dalhousie’nın döneminde ilhak edilmesi gereken bu vilayet işgal edilmeyecekti. Çünkü hükümdarı dostumuzdu ve halkı da ordumuza katılmışlardı. Müslüman hükümdarlardan biri ölünce, yerine oğlu veya kardeşi geçtiğinden buradaki tahtı bir varisi bulunmadığını ileri sürerek ele geçiremezdik. Aksine burada bir hükümdar oğlu olan bir hükümdar vardı. Burası Hindistan’ın en muazzam bölgesi olan Oude’ydi.
Yerel konumu, doğal kaynakları ve servetiyle burası çoktan beri iştahımızı kabartıyordu.”[52] Siz, Grotius. Puffendorf ve Vattel’in saygıdeğer ruhları! Bu satırları okuyunuz! Siz ey Hindistan’ın sözde bağımsız prensleri! Dinleyiniz ve düşününüz!
Lord Cornwallis hiç şüphesiz adil bir insandı. Lord Teignmouth ise dindar biriydi. Lord Wellesley büyük bir adamdı. Ne var ki bunların çaresiz müttefikleri Oude valisine reva gördükleri muamelede, zerre kadar adalet, zerre kadar zekâ ve insaf yoktu.
Sonraları Lord Melville adıyla bilinen Mr. Dundas, Hindistan’ın yerli yöneticilerine reva gördüğümüz muameleler hakkında buna benzer bir şahitlikte bulunmuştur. Kendisi 1782 yılının 15 Nisan’ında yaptığı konuşmada şöyle demiştir:
“Hindistan’da başlıca dört kuvvet bulunuyordu. Mahratta hükümetler, Haydar Ali Krallığı, Deccan Nizamlığı ve Berar Mihracesinin bölgesi. Bunlar dışında aynı derecede önemli olmayan kuvvetler de vardı. Tanjor mihracesi, Arcot valisi vb. gibi. Fakat söz konusu büyük dört kuvvetin hepsi de aleyhimizde bulunuyordu. İkisiyle savaşıyorduk. Diğer ikisi de düşmanca hisler besliyorlardı. Bombay valisi, maharetli yönettiği iddiasında olan Ragoba adında biriyle görüşmeler yürütüyordu. Bazı topraklarını İngiliz şirketine devretmesi karşılığında, kendisini Mahratta devletinin başına geçirmeye söz vermişti. Bu anlaşma yapıldıktan sonra savaşa başlandı. Çok geçmeden Bengal valisi, Berar mihracesi olan Moodegee Benslah ile anlaşma yaptı ve ona bazı topraklarını vermesi karşılığında devletin başına geçme sözü verdi. Bu ikiyüzlü siyaset açığa çıktığında Berar Mihracesi, onun ihanet ve entrika içinde olduğunu söyleyerek infiale kapıldı. Deccan Nizamına gelince, onun toprakları bizim topraklarımızın kuzeyinde bulunuyordu. Nizam’ın toprakları, bizim topraklarımıza bitişik olduğundan ona karşı davranışımızda dikkatli olmamız gerekiyordu. Nizam, şirkete bazı topraklarını verdi. Bunun karşılığında Nizam’a yıllık belli nispette bir vergi verilecekti. Bu vergi verilmedi. Nizam da İngilizlerin ‘Sözüne inanılmaz, şeref ve haysiyet gibi değerleri benimsemez, adalete önem vermez’ bir millet olduklarını ilan ederek Haydar Ali’nin kuvvetini bize karşı harekete etmek üzere çağırdı. Çünkü Hindistan toprakları üzerinde bir tek İngiliz bulundukça hiçbir Hintli kendini güvende hissetmiyordu!” 
İngilizlerin Hindistan’daki kötü niyet ve kötü yönetimlerine dair bizzat kendilerinin itiraflarını bu şekilde kaydettikten sonra Osmanlı Sadrazamı tarafından İngiliz büyükelçisi Sir Robert Ainslie’ye verilen aşağıdaki resmi cevabı okuduğumuzda, hayret etmememiz ve onu aleyhimize saymamamız gerekir. Resmi nitelikteki bu belge 29.Şubat.1792 tarihinde Rusya’nın silahlandırılmasıyla ilgili görüşmeler esnasında Mr. Grey tarafından Avam Kamarasında okunmuş ve kendisi şunları söylemiştir:
 
Resmî Cevap
“Kendilerine destek verdiğimizi söylediğimiz hâlde daha sonra kendilerine ihanet ettiğimiz Türk müttefiklerimiz, hareket tarzımızı nefret ve tahkir ile karşıladıklarını gösteriyorlar. Acaba beni suçlar mısınız, yoksa alay mı edersiniz bilmiyorum. Sonuç itibarıyla konuyla ilgili güvenilir bilgileri arzetmiş bulunuyorum. Sadrazamın büyükelçimiz Robert Ainslie’ye vermiş olduğu verdiği resmi cevabın bir nüshasını elde ederek size getiriyorum. Bu resmi cevap şudur:
“Sultan hazretleri kendi adına savaş ilan eder ve barış anlaşması yapar. Kölelerine, bendelerine ve tebaasına güvenir. Onların inançlı kimseler olduklarını bildiği gibi yeteneklerini imtihan etmiş, bağlılıklarına güvenebileceğini anlamıştır. Bu erdem, çoktan beri Avrupa’dan uzaklaştırılmıştır. Diğer bütün Hıristiyanlar doğru söyleseler de İngiltere insanları alıp sattığından ona asla güvenmemek gerekir. Türk hükümdarının sizin hükümdarınızla ve sizin memleketinizle bir ilişkisi olmadığı gibi nasihatınızı, aracılığınızı ve dostluğunuzu da hiçbir zaman talep etmemiş, size bir elçi, bir memur göndermemiş, sizinle hiçbir yazışmada bulunmamıştır. O hâlde Rusya ile aramızda aracılık teklifinde bulunmanızın sebebi nedir? Sizin dostluğunuza, yardımınıza, aracılığınıza başvurmuş değiliz. Yüksek bir dille sözkonusu ettiğiniz bakanınız, mutlaka bir hile düşünmekte, sizin yalnız paraya taptığını haber aldığımız milletinizi eğlendirmek için bir dolap çevirmektedir. Aldığımız bilgilere göre sizin ayırt edici özelliğiniz ihtirastır. Siz tanrınızı satar ve alırsınız. Taptığınız paradır. Bakanlarınız ve milletinizin gözünde her şey ticarettir. O hâlde bizi de Rusya’ya mı satmak istiyorsunuz? Hayır! Biz pazarlığımızı kendimiz yaparız. Türkler hile hurda bilmezler. Şeytanlık ve hilekârlık Hıristiyan ahlakıdır. Biz devlet işlerinde namuslu, açık, dürüst ve vefakâr olmaktan çekinmeyiz. Savaştığımız zaman kadere teslimiyet gösteririz. Uzun bir zaman heybet ve ihtişam içinde yaşamış, dünyanın en büyük devleti olmuş, asırlarca Hıristiyanların her türlü rezillik ve riyâ ile küfür ve fesadına galebe çalmış bulunuyoruz. Biz Yüce Allah’a ve O’nun Elçisine inanıyoruz. Siz ise taptığınızı iddia ettiğiniz Allah’a da, kendisine hem ilahlık, hem peygamberlik yakıştırdığınız ve –hâşâ- oğlu dediğiniz Hazret-i İsa’ya da inanmazsınız. Öyleyse sizin gibi sapan ve saptıran bir milletin nesine güvenilebilir? Aranızdaki ilişkilerde diğer erdemler gibi doğruluğu da fırlatıp atıyorsunuz. Birbirleriyle savaşan bütün Hıristiyan krallarının, hükümdarlarının, imparatorlarının şikâyetler, yargılamalar ve protestolarla dolu hayat hikâyelerini okuyun! Oysa Müslüman Türk vaadini, sözünü hiç ihlal etmiş midir? Asla! Buna karşılık her hangi bir Hıristiyan devleti, menfaat ve ihtirasının gerektirdiği hâller dışında sözünü tutmuş, taahhüdünü yerine getirmiş midir? Hayır! Öyleyse sizin gibi günahkâr bir idareye, her türlü erdemden yoksun bir hükümete tâbi sizin gibi bir millete nasıl güvenelim? Padişahın sizin sarayınızla hiçbir ilişkisi yoktur ve bir münasebet kurmak da istememektedir. Eğer siz burada bir casus gibi ya da iddia ettiğiniz gibi bir büyükelçi sıfatıyla bulunmak istiyorsanız, diğer Hıristiyanlarla birlikte ikamet eder, fakat iyi hal ile davranırsınız. Biz sizin kara veya deniz kuvveti türünden yardımınıza yahut aracılığınıza talip değiliz. Yaptığınız tekliften dolayı size teşekkür etmeye yetkili olmadığımı, çünkü Divanımızın bu hareketinizi layık olmayan bir teşebbüs olarak gördüğünü, bunun dışında deniz kuvvetleriyle yardımda bulunma teklifinizi de teşekkürle karşılayamayacağımızı, çünkü donanmanızı hiçbir şekilde denizlerimize kabul etmeyeceğimizi bildiririm. Sizin Rusya ile ne yapacağınızı bilmiyoruz ve bilmek de istemiyoruz. Rusya ile işlerimizi, uygun bir biçimde, kendi politikamız paralelinde çözeceğiz. Eğer siz, denildiği gibi dünyanın en alçak Hıristiyan milleti değilseniz, en cüretkâr ve en sahtekâr milleti olduğunuz kesindir. Siz, kendiniz gibi birkaç Hıristiyan milletle birlik oldunuz mu, kendinizi emir vermeye yetkili sanıyorsunuz. Bunu anlıyoruz. Dolayısıyla sizin cüretkârlığınız, menfur bir diktatörlük derecesine çıkıyor ki sözlerinizi her türlü değerden ve her hangi bir devlet tarafından dikkate alınmaktan yoksun kılıyor. Böyleken Babıâli’nin (Osmanlı Devleti) bunlara ehemmiyet atfetmesi düşünülebilir mi? Büyük vezirler sizi dinledikçe, sözlerinizde ya fena bir maksat fark etmişler, ya da cehalet mahsulü olduklarını görmüşlerdir.
Zât-ı Şahane, reayasına (yani sömürgelerinde yaşayan halklara) karşı böylesine zalim davranan bir devlete karşı gereken tedbirleri almayı ihmal etmez. Güvenilir kaynaklardan aldığımız haberlere göre sizin aranızda akdettiğiniz barış anlaşmaları, rüşvet pazarlığına dayalıdır. Osmanlı vezirleri, Avrupalıların sözlerini çok dinlemişler, neticede daima ihanet görmüşler, satılmışlar veya aldatılmışlardır. Dolayısıyla Rusya ile Bâbıâli arasında gerçekleşecek aracılığınıza lüzum yoktur. Sizin hedefiniz bütün insanlığı birbirine düşürmek, sonra bundan faydalanmaktır. Sizin ticaretinizi de istemiyoruz. Ona ihtiyacımız yoktur. Sizin katmerli kazançlarınız bizim tüccarımızı zarar ettirmiştir. Sizin dininiz para kazanmaktır. Mabudunuz ihtirastır. Kabul ettiğinizi söylediğiniz Hıristiyanlık, riyâkarlığınızın maskesinden başka bir şey değildir. Sizden cevap istemiyoruz. Bilakis cevap vermemenizi emrediyoruz!”
Kur’an prensiplerinin Müslümanlar üzerinde ne kadar güçlü ve olumlu bir etkide bulunduğunu göstermek için “Bugünkü Türkiye”[53] adlı kitaptan bazı alıntılar yaparak bu bölüme noktayı koyacağız:
 
Doğruluk ve Dürüstlük
“Türkiye’de bütün millet ve zanaatların arzı endam ettikleri yer, büyük çarşı pazarlardır. Buralar, Türklerin görüntüsüne bazı özellikler ilave etmiştir. Burada Türk, Ermeni ve Rum komşusunun yanında oturur. Gelen geçen müşterilere dikkat eder. Ara sıra “Buyurun!” der. Türk’ün dükkânı önünde durup bir şeyin fiyatını sorarsanız size elli veya yüz kuruş der. Eğer buranın adetlerine yabancıysanız, pazarlığa başlarsınız. Size vereceği cevap, pazarlığı kabul etmemek ve nargilesini tüttürmeye başlamaktır. Ne kadar ısrarcı davranırsanız davranın, Türk bir kuruş indirmez. Hıristiyanlarla Yahudiler ise bambaşkadır. Yüz kuruştan seksene, altmışa, kırka, hatta daha aşağı inerler.
Bir prensip olarak Ermeni’ye istediği paranın yarısını, Rum’a üçte birini ve Yahudi’ye dörtte birini verin. Müslümanla alışveriş ettiniz mi, fiyatından emin olun ve istediğini verin.
Osmanlı, verdiği sözü asla çiğnemediği gibi başkalarının sözüne de inanır.[54] Bir şeyin doğru olduğuna yemin edin, Türk ona mutlaka inanır. Bir seferinde bir Fransız subay bir kumaş parçası almak için çarşıya gitmiş, bir gün önce bir arkadaşının aldığı parçanın aynısını başka bir tüccardan istemiş. Fakat o tüccarda bulamamış. Bir başkası daha yüksek bir fiyat istemiş. Sonunda subay, arkadaşının alışveriş ettiği tüccara gitmiş. O da daha yüksek bir fiyat isteyince aldığı fiyatı söylemiş. Tacir ona yemin etmesini söylemiş. Buna çok şaşıran Fransız subay, sonucu öğrenmek için yemin etmiş. Tacir de derhal aynı fiyatla kumaş parçasını ona vermiş.”
Mösyö Ubbicini, bir başka yerde ise şöyle demektedir: “İtiraf ederim ki bir insanın sözüne gösterilen bu güven ve onurlu yaklaşım beni çok mutlu etmişti. Bizim ülkemizde satıcının alıcıya göre neden aşağı görüldüğünü bilmiyorum. Türkiye’de böyle bir fark yoktur. Satıcı kendini hiç üzmez. Bugün komşusu muvaffak olduysa yarın kendisinin muvaffak olacağını ümit eder. Müezzinin sesi yükseldi mi, Türk dükkânında namazını eda eder yahut mağazasını açık bırakarak ve güvenli ortama itimat ederek yakındaki camiye gider.
İstanbul gibi büyük bir başkentte tüccarlar belli vakitlerde dükkânlarında bulunmadıkları geceleyin evler basit sürgülerle muhafaza edildiği hâlde bütün bir yıl içinde üç dört hırsızlık olduğunu duymazsınız. Hâlbuki Hıristiyanların yoğun olarak yaşadığı Galata ve Beyoğlu tarafında günde birkaç hırsızlık ve cinayet suçu işlenir.”
Aynı dürüstlük ve namusluluk memleketin her tarafında görülür. Bir İngiliz gezgini Daily News gazetesine yakınlarda şöyle bir mektup göndermiştir:
“Dün bir Bulgar’ın arabasını kiraladım. Arabaya benimle arkadaşlarımın çantalarından bavullarından, halılarından, kürklerinden ve şallarından oluşan eşyamız yüklenecekti. Geceleyin üstüne uzanmak için bir miktar kuru ot almak istediğimiz nazik bir Türk de bize katılmıştı. Bulgar köylüsü geceleyin arabasının öküzlerini boyunduruklarından çıkararak götürdü. Arabayı yapayalnız bıraktı. Kendisine, arabayla birlikte bir adamın bırakılmasını ve o adamın eşyayı beklemesini hatırlattım. Türk cevap vererek dedi ki: Ne gerek var efendim. Eşyanız burada haftalarca kalsa, kimse ona el sürmez! Ben de kabul ettim. Ertesi gün döndüğümüzde, her şey yerli yerindeydi. Düşününüz, bütün gece buradan Türk askerleri geçiyordu. Fakat hiçbiri arabaya el uzatmayı hatırından geçirmemişti. Bunu Londra’nın en büyük minberinden Hıristiyanlara anlatın. Bazıları rüya gördüklerini zannedebilirler. Bırakın uyansınlar…”
Türkiye’deki hamalların dürüstlüğü de bizimkilerin dürüstlüğüne benzemez. Galata’dan gemilere her türlü eşyayı götürenler bunlardır. Fakat burada hiçbir şeyin kaybolduğu duyulmamıştır. Bütün bir milletin darbı mesel hâlini almış dürüstlüğü bunu sıradan bir durum hâline getirmektedir.
Bir keresinde tüccarın birinin elinde beşliklerden oluşan ikibin kuruşluk bir çuval patlamış içindeki paralar ortalığa saçılmış, bir miktarı da denize düşmüştü. Halk derhal paraları toplamış, bazıları denize atlayarak düşenleri getirmiş ve tüccarın çuvalına koymuşlardı. Sonra hamalın biri de çuvalı sırtladığı gibi tüccarın evine götürüvermişti. Tüccar paraları saydığında tek bir beşliğin dahi eksilmediğini görmüştü.
 
Hoşgörü ve İyilikseverlik
Biz Batılıların dinî emirlere gösterdiğimiz saygısızlık, dinimizin ayrılmaz parçası olan insani gerekleri ihmalimiz ve bunları değersiz saiklere feda etmemiz, Türkler nazarında dinimizin çürüklüğünün delilleri olarak görülmektedir. Türkler işte bundan dolayı Avrupa’ya “Diyar-ı Küfür” der ve bizi ‘Dinsiz’ ve ‘Kâfir’ sıfatlarıyla anarlar.
Ne var ki onların bu hakir görüşleri, asla baskı sebebi olmamaktadır. Başka yerlerde birçok misallerle gösterdiğim şekilde Türklerin aleyhinde herkese dinini değiştirmek ve baskıcı uygulamalarda bulunmak gibi suçlamalar, sadece esas itibarıyla değil yaşanan gerçekler itibarıyla da hak ve hakikate aykırıdır. Nasıl dünyada hiçbir kuvvet Osmanlı’nın dinini değiştirtemezse, Osmanlı da başkasının dinini değiştirmeye teşebbüs etmez. Onu mutlu ettiğiniz zaman size şöyle dua eder: “Cenab-ı Allah âkıbetinizi hayra çevirsin!” İslam bilginleri de “Kalplere hidayet eden, Cenab-ı Haktır” derler. İslam bilginlerinin güzel bir sözleri vardır: “Herkese iyilik yap, cahillerle münakaşa etme.”
Osmanlı’da hiçbir zaman dinî baskı uygulanmamış, bilakis Hıristiyan taassubunun kurbanlarına sığınak olmuştur. Bunun için tarihe bakınız. Onbeşinci asırda İspanya ve Portekiz’den kovulan binlerce Musevi, Osmanlı topraklarına sığınmışlardır. Orada, yalnız orada dört asır boyunca huzur ve sükûnet içinde yaşamışlardır. Oysa bugüne kadar Atina’da Hazret-i İsa’nın (a) doğum yortusunda Yahudiler sokaklarda gezmeye cesaret edemezler. Osmanlı’da ise Ermeni ve Rumların saldırganlığına maruz kalan Yahudiler Devlet güçleri tarafından korunurlar.
Osmanlı devletinde bütün millet ve dinlere mensup insanlar mevcuttur. Türkiye toprakları üzerinde camiler, Kilise ve havralardan belki fazladır ama camiler, kiliselere ve diğer mabetlere saldırmazlar. Örneğin İzmir ve İstanbul’da Katolikler Paris ve Lyons’dan daha özgürdürler. Onların ayinlerine müdahale eden hiçbir yasal uygulama yoktur.
Ölüler defnedilirken rahipler, mum taşıyan ve ilahi okuyan papazlardan oluşan cenaze alayı tarafından teşyi olunur. Galata ve Beyoğlu’nda yortu alayları düzenlendiğinde Osmanlı zaptiyeleri yolları açarak rahat ilerlemelerini ve ayine katılanların güvenliğini temin ederler. Bütün yortular, bütün kiliseler tarafından tam bir serbestlik içinde icra edilir.
Doğunun Katoliklerini Fransa, Ortodokslarını Rusya himaye eder, derler. Peki, Yahudilerini kim himaye ediyor? Dört beş yıl önce bir Yahudi İslam Peygamberine hakaret suçlamasıyla Musul Valisinin huzuruna getirilmişti. Halk, infiale kapılmış ve Hazret-i Peygamber’e (sav) saygısızlıktan müteezzir olmuştu.
Osmanlı Paşası sanığın ifadesini aldıktan sonra şunları söyledi:
“Bir adam bu tür saçmalıkları gerçekten ağzına alsa, gazab-ı İlahîye uğrar. Dolayısıyla bu adamın iddia edilen sözleri söylemiş olabileceğine inanmıyorum. Allah’ın azabına uğramayan bir adama ben ceza veremem!”
Hoşgörüye bundan daha güzel bir örnek verilebilir mi? Buna karşılık, Augsburgh Gazette ve Athens Observer gibi gazetelerde çıkan, Osmanlı topraklarında “Hıristiyanların köpeklerinin” her gün işkenceye uğradıklarına yahut her gün kadınların çuvallara doldurularak yalılardan denize atıldıklarına dair haber, drama ve kurgulara inanmayan kaç kişi vardır?
Osmanlı Hükümeti, Avrupalı misyonerlerin Osmanlı hoşgörüsünden istifade ederek saldırgan bir tutum takındıklarını, bu şekilde kamuoyunun vicdanını rahatsız edip devlet işlerini karmaşık hâle getirdiklerini gördüğü zaman müdahale etmek gerektiğine karar vermiştir. Türkiye’de ilk defa 1781 yılında Lazeristler ortaya çıkmıştır. Bunlar hükümet tarafından hiçbir engellemeye maruz kalmamışlardır. Bilakis iyi bir maksat güttükleri görüldüğü zaman teşvik edilmişlerdir.
Osmanlı bakanlarından biri olan Hasip Efendi 1844 yılında rahibelerin okulunu ziyaret ettikten sonra okulun yoksul öğrencilerine çok değerli hediyeler göndermişti.
Osmanlılar gözünde iyilik yapmak, temel ödevdir. Tanınmış şair Nabi, oğluna yazdığı Nasihatnâme’de şunları söyler
“Kapın yoksul ve muhtaca açık olsun her vakit”.
İyilik yapmak, cami inşa etmekten, sürekli oruç tutmaktan ve defalarca hacca gitmekten daha hayırlıdır. İyilikseverlik, dindarlıktan ayrı düşünülemeyecek bir erdemdir.
Zekât vermeyen biri, Müslüman olması bakımından sadece dinî bir vecibeyi ihmal etmiş olmaz. Bilakis Müslümanlığı ihmal etmiş sayılır. Çünkü zekât, namaz, oruç, hac ve kelime-i şehadet gibi İslam’ın temel şartlarındandır.
Bu iyilikseverlikten başka bir yerde de söz etmiştim. İyilikseverlik, din ve inanç farkı gözetilmeksizin, kişisel düşmanlıklara bakılmaksızın dikkate alınması gereken bir şeydir.
Mösyö Ubbicini İstanbul’un köpeklerinden söz ederek şöyle der:
“Avrupalıların sürekli avladıkları köpekler, şehrin en ücra köşelerine sığınmaya mecbur olmuşlar. Şehrin bu kesiminde köpekler kendilerine bakacak, yavrularını ölümden koruyacak, son deminde onlara bir şeyler bahşeden şefkatli ve merhametli insanlar buluyorlar.
Köpeğin Müslümanlar gözünde domuz gibi temiz görülmediği doğrudur. Dolayısıyla köpekleri evlerin içine almazlar. Fakat Müslüman Türkler kendilerini köpek gibi evcil hayvanların koruyucuları sayarlar.
İslam Peygamberi, şefkati emretmiş, bunun kendi başına bir erdem olduğunu, bütün hayvanlara aynı şekilde şefkat ve merhamet gösterilmesi gerektiğini buyurmuştur.”
“Kelimenin gerçek anlamıyla, bugüne kadar ‘Barbar’ muamelesi gösterdiğiniz Müslüman/Türkler kadar insanlık sahibi bir millet görmedim!”[55]

[1] Kur’an’ın Batı dünyasındaki ilk neşri Brixan’dan Alexander Paganini tarafından Venice şehrinde 1599 yılında yapılmıştır. Bazılarına göre bu tarih 1510 yahut 1580 yılı da olabilir. Basılan bu kopyalar, Papa’nın emriyle yakılmıştır. Sale’in İngilizce tercümesi, değerli bir giriş ile yapılan en güzel ve meşhur tercümelerden biridir. Kur’an’ın biri Du Ruyter, diğeri Savary tarafından yapılan Fransızca çevirileri de mevcuttur. Ludovico Marracius tarafından yapılan tercümenin tek başına neşrine izin verilmemiş, ancak 1698 yılında A Prodomus ad Refutationem Alcorani ile birlikte Padua’da basımına müsaade edilmiştir. Paganini’nin hiçbir kütüphanede nüshası mevcut değildir.
[2] Alak, 1-4.
[3] “Unutulmamalıdır ki bütün sûre yahut bölümler, okuyanlar için değil dinleyenler için tasarlanmıştır. Bunun sebebi, esasen devamlı halka okunması ve kuraldışı cümlelerin olduğu gibi bırakılmasıdır.” The Koran, Terc. Rev. J. M. Rodwell, M.A.
[4] Kur’an ayetleri vb. ile ilgili bu metrik sayım, gerçekten güzel bir kopyadan iktibas edilmiş olup talihsiz Tippoo Sahib’in mülkiyetinde iken şu an Cambridge Kütüphanesinde muhafaza edilmektedir:
İyiliğin kaynağı ve kalplerin ışığı Kur’an-ı Kerim’in ayetleri:
Altı bin altı yüz altmış altıdır:
Bin ayet emir, Bin ayet yasak
Bin ayet vaat; Bin ayet tehdit
Bin ayet kıssa okumaları,
Bin ayet kural ve talimatları,
Beş yüz ayet münakaşa, helal ve haramları
Yüz ayet ibadet ehlinin sabah akşam zikir ve ibadetlerini içerir.
Söylediklerimden biri de sanki hepsi gibidir.
[5] Hazret-i İsa (a) İslam peygamberinden önce peygamberlerin en büyüğü sayılırdı. Çünkü o, farklı milletlerin kurtarıcısı ve Ruhullah idi. Kurtarıcı, insanları tek bir inanç etrafında toplamak için önceden takdir edildiği şekilde gönderilmişti. (D’Obson, c. i, s. 305)
[6] Hazret-i Muhammed’in (sav) Kur’an’ı bir Hıristiyan rahibi ve bir İran yahudisi olan Abdullah bin Selam’dan yazdığına dair atılan iftiralar, kendi kendilerini çürütür niteliktedir. Arap dilinin belagatte doruk metni olan Kur’an biri Suriyeli, diğeri İranlı iki yabancıya nasıl dayandırılabilir?
[7] Lebid bundan sonra Hazret-i Muhammed’e (sav) büyük hizmetlerde bulundu. İslam düşmanlarının iddia ve iftiralarına cevap veren şiirler irat etti. Özellikle Esed kabilesinin emiri olan ve muallakat adı verilen yedi şiirden birinin sahibi olan Amri’ye cevaplar verdi.
[8] Yahudiler de benzer bir hassasiyete sahiptir. Bu yüzden Tevrat’a asla yıkanmamış ellerle dokunmazlar. 
[9] Bu hassasiyet, Mushaf’ın özellikle Arapça metni için geçerli olup bugün de buna riayet edilmesi gerekir.(Çev.)
[10] Bu gelenek, devlet idarecileri tarafından getirilmiş bir yeniliktir.
[11] Müellifin 18. yüzyılda yaşadığı unutulmamalıdır.(Çev.)
[12] Kıble adı verilen bu istikametin tespiti için, tarihte coğrafi cetveller hazırlanmıştır.
[13] İslamî esaslara göre orucun üç seviyesi vardır: 1. Midevî ve şehvanî zevklerden uzak durmak. 2. Göz, kulak, el, dil, ayak ve diğer organları günahtan korumak. 3. Kalp ve beyni dünyevî meşgalelerden arındırmak ve Yüce Allah dışında hiçbir şey düşünmemek.
[14] Bu üç ibadetle ilgili olarak şöyle bir mesel anlatılır: Namaz kişiyi cennet yolnun ortasına kadar götürür. Oruç cennetin kapısına taşır. Zekât ise içeri girmesini temin eder.
[15] Sale, Preliminary Dissertation, s. 139.
[16] İlim-Din İlişkileri başlıklı bir makale.
[17] Müslümanlar, Yüce Allah’ın insanı kendi suretinde yarattığını alsam söylemezler. Bu tür bir söylem, Yüce Allah’a karşı büyük bir saygısızlık ve cüretkârlık olarak değerlendirilir. Çünkü Yüce Allah şekilden münezzehtir.
[18] Bunun birçok delili mevcut olup burada yalnız şunu zikredeceğiz: Osmanlı Sultanlı Dördüncü Mehmet zamanında Sadrazam 1863 yılında Viyana’ya kadar ilerlemiş fakat Lehistan Kralı John Sobieski tarafından mağlup edilmişti. Bu esnada Hıristiyan bir papaz Müslüman olmuş, Müslümanlığını ispatlamak için de Hazret-i İsa’ya hücum ederek onun sahtekâr olduğunu söylemişti. Bu hareket Müslümanları o derece öfkelendir di ki papaz derhal divana sevkedildi ve idam cezasına çarptırıldı.
[19] Bk. Sale, Koran, sure iii, s. 39: St. Ambrose ile St. Augustine gibi azizler, Kilisenin meşhurlarından iki zat olarak bu mesele üzerinde öyle müstehcen tartışmalarda bulunmuşlardır ki edep ve hayâ hisleri, sözlerinin kısmen de olsun iktibas edilmesine elvermez.
[20] Teslis İnancının esasını oluşturan Üç Şahid’le ilgili meşhur metnin (John, i. v. 7) uydurma olduğu, Newton, Gibbon, Porson ve diğerlerinin çabaları sayesinde kesinlik kazanmıştır. Bizzat Calmet, bu metnin hiçbir antik İncil yazmasında bulunmadığını ibeyan etmiştir. Hazret-i İsa (a) insanlara Allah’ın birliğini öğretmişti. Fakat Paul, bir Platonist olan John (Yuhanna) İncili’yle birlikte Plato’nun Teslisini (Trinity of Plato) kabul etmiştir. Böylelikle Hıristiyanlığın tevhit inancını ve sadeliğini de zedelemiştir.
[21] “Locke insaflı bir muhakemede bulunsa, Müslümanların aynı zamanda Hıristiyan olduklarını görürdü. Zira onlar Hazret-i İsa’nın (a) risaletine ve mucizelerine samimiyetle inanmaktadırlar.”Sir Williams Jones, Asiatic Review c. i, s. 275
[22] Cehennemdeki cezalandırma kaynar sular içme, yakıcı sıcaklıkta hava soluma (Arabistan için en korkutucu cezalar) gibi ateşle ve yanmayla ilişkili cezalardan oluşur.  Cehennemde her yer isli, sıcak, asidik buharlı, yataklar ateş üzerinde olacaktır.
[23] Kur’an’daki büyük insanî boyutun bir kanıtı olarak, Tevrat’ta da geçen inkrâr edenlerle toptan savaş dışında ölüm cezasının pek az önerildiği söylenebilir. Kana karşı kan cezası da diyet ve kan bedeli seçenekleriyle yumuşatılmıştır. Öte yandan mala yönelik suçların cezaları aşırı ağır değildir. Borçların ödenmemesiyle ilgili cezalar ise dikkat çekici derecede hafifletilmiştir.
[24] Hac için Mekke’ye gitmek, esasen üstte zikredilen iman ve amel esaslarının uyumunu sağlayan kuşatıcı bir ibadettir.
[25] Bakara, 256.
[26] Bakara, 62. Elbette bu âyet-i kerimeyi okurken, İslam bilginlerinin konuyla ilgili yaklaşımlarını da göz önünde bulundurmak gerekir. Bu ayet-i kerimenin söylendiği bağlam, bahsi geçen Yahudi ve Hıristiyanların özellikleri gibi hayati önemde birçok husus söz konusudur.(Çev.)
[27] İslamiyet’in ve Hazret-i Muhammed’in (sav) dört hanımla evlenmeye izin vermesine takılan biri, bunun ancak söz konusu dört hanıma eşit maddi imkânlar sunabilecek zenginlikte kimselere tanınan bir ruhsat olduğunu bilmelidir. Bu ancak toprak sahipleri ve büyük tüccarlar gibi kimseler için mümkün olduğundan çok eşlilik İslam toplumunda fazla sorun doğurmaz. Kısacası durum, biz Batılıların düşündükleri gibi vahim değildir.
[28] Epikürcülük: Epicurus'un felsefe mesleği. Ruhun da vücut gibi ölümlü olduğunu, yaşanılandan başka hayat olmadığını, bunun için ömrü temiz ve yüksek nazlarla geçirmek gerektiğini ileri sürer. Bu felsefe mesleğine göre, insan için en büyük iyilik hazdır ve bütün gayretlerimiz, bu hazzı elde etmek ve elemden kaçmak olmalıdır.
Stoacılık: Aklın egemenliğini, tabiata uygun yaşamayı, ruhun duyumsamazlığı ve dünya yurttaşlığı ülküsünü amaç olarak koyan Kıbrıslı Zenon'un kurduğu öğretidir. Zenon derslerini Stoa denilen direkli galeride verdiği için bu öğretiye stoacılık adı verilmiştir.(Çev.)
[29] “Cizye verilmesi kabul edildikten sonra yerli halk eski hukuk sistemlerini olduğu gibi tatbik ediyorlardı. Yani dinlerini istedikleri gibi yaşıyorlardı. Bir hükümdar cizye vermeyi kabul ettikten sonra topraklarına sahip oluyor, anca cizye veren emirlerle aynı muameleye tâbi tutuluyordu.” Elphinstone, History of India, s. 261.
[30] Chatfield der ki: “Araplar, Türkler ve diğer Müslümanlar Hıristiyanlara karşı Avrupalı milletlerin Müslümanlara karşı izledikleri tutumun aynını sergilemiş olsalardı Doğu’da Hıristiyanlıktan eser kalmazdı.” Chatfield, Historical Review, s. 811.
[31] Smith ve Dwight, Missionary Researches, c. ii, s. 334.
[32] M. Renan şöyle der: “Dört İncil’den her biri ya Havariler tarihinde ya da İncil tarihinde tanınmış bir kişiliğin adını taşımaktadır. Fakat bu dört kişiliğin her beri İncil yazarı olarak gösterilmeyip Matta’ya göre, Luka’ya göre, Markos’a göre denilmektedir. Bu ifade ile kastedilen, İncilleri söz konusu şahsiyetlerin yazmadıklarının teyit edilmesidir. ” M. Renan, Life of Jesus, Introduction, s. 8.
[33] Bunun İslam kültüründeki ifadesi kelime-i tevhittir.(Çev.)
[34] Konuyla ilgili daha tafsilatlı bilgi edinmek için şu eserlere başvurulabilir: Batı Düşüncesinin Oluşumunda İslam’ın Rolü, Abdurrahman Bedevi İz Yayıncılık; İslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkileri, Bekir Karlığa, Litera Yayıncılık.
[35] Ebu’l-Ferec’in hikâyesinin o kadar da hızlı yayılmadığı ve barbarların dünyayı karartma vebalini üstlenmeleni gerektiğini söyleyenlerce fazla kullanılmadığı görülmektedir.
[36] Sharon Turner, History of England during the Middle Ages, c. iv, s. 418.
[37] The East and the West, s. 178
[38] a.g.e., s. 184.
[39] Henry of Huntingdon and Eadmer.
[40] Clarke, Haçlıların savaşlarından bahsederken şunları söyler: “Her hangi bir zamanda ve her hangi bir Milet içinde hiçbir ordu Haçlı Orduları kadar ahlaksızlık ve kötülükle dolu olmamıştır. Haçlı savaşlarının aslı, halkın efsane severliğine silinmez bir damga vurmuştur. Haçlılar, dinî taassubun en aşırı cinayetlerini işlemiş, dua ve ibadet yerine insan kanı dökerek günahlarından kurtulmak istemişlerdir.” Vestigia Anglicana, c. i, s. 339.
[41] a.g.e. c. i, s. 337.
[42] Rapin, s. 400.
[43] Travels, c. ii, s. 81-7
[44] Highgate, günümüzde Kuzey Londra’da yer alan bir semt olup şehir merkezine uzaklığı metroyla sadece 25 dakikadır. Pencap eyaletinin başkenti Chandigar ile Delhi arası, otobandan 238 km, Delhi-Allahabad mesafesi ise 628 km.dir.(Çev.)
[45] Historical Events in The Province of Bengal and The Empie of Indostan adlı eserinden.
[46] Barrington, Ancient Statutes, s. 86.
[47] Kral tarafından yapılması sebebiyle bu çalışma Hıristiyanlık âleminde en bilimsel ve değerli kitap olarak görülmüş, Macaulay gibileri tarafından referans ilan edilmiştir. Devrin Canterburry Piskoposu da, eserin ilahî ruhun yardımıyla yazıldığını söylemişti! 
[48] “O zamanlar sihirbazlık suçlamasını ileri sürenler İskoçya Kralı 6. James, Papa 10. Innocent, Sprenger, Bodenus ve Matthew Stephens idiler. Bu sıralarda Portekiz’deki Engizisyon, öğrendiği bazı hareketleri yapan bir atı, şeytanın etkisi altında sayarak idama mahkûm etmişti!” Mackinnon, History of Civilisation, c. ii, s. 310.
[49] Bu ismin kaynağı Yahudi ahitlerinde bulunan Star yani yıldızdır ki 1. Richard döneminde sadece bunlardaki yıldızın kullanılmasına izin verilmişti. Bu mahkeme 1487 yılında 2. Henry tarafından kurulmuştu. 26-42 Arasında yargıcın görev yaptığı bu mahkeme, 1641 yılında 16. Charles tarafından lağvedilmiştir.
[50] Macaulay, Essay on Lord Clive
[51] Gleig, Life of Warren Hastings, c. ii.
[52] Kaye, History of the Sepoy War in India, c. i, s. 112.
[53] A. Ubbicini, La Turquie Actuelle, 1855.
[54] “İranlılar, Türkler’e Hazret-i Muhammed’in (sav) büyük halifesi Hazret-i Osman’a tabi olmaları sebebiyle Osmanlı derler.” Yazarın bu açıklamasına katılmak mümkün değildir. Türklere ‘Osmanlı’ denmesinin Osmanlı Devleti tebaalığından dolayı olması daha muhtemeldir.(Çev.) 
[55] La Turquie Actuelle, s. 78: “Miss Pardoe (City of the Sultan)’da şunları kaydeder: Müslüman Türkler, evcil hayvanlara çok şefkat gösterirler. Bundan dolayıdır ki süt kuzularını kesmezler. Bir defasında bir İngiliz sporcusu bir kayıkla geziyorken başının üzerinde uçan bir martıyı vurmuş, kayıkçılar tarafından sanki bir adam öldürmüş gibi azarlanıp kınanmıştı.”
 [u1]

bizi takip edin

Find Rahmet peygamberi Sitesi on TwitterFind Rahmet peygamberi Sitesi on FacebookFind Rahmet peygamberi Sitesi on YouTubeRahmet peygamberi Sitesi RSS feed