Rahmet peygamberi Sitesi

Dünya İslam Birliği - Uluslararası Peygamberi Tanıtma ve Destekleme Komisyonu

m00422.jpg

[1] HAZRET-İ MUHAMMED’İN (SAV) HAYATI  Birinci Bölüm
 Hazret-i Muhammed’in (sav) hayatının otantikliği • O’nun doğumunda Arabistan’ın durumu • Arapların dini • Hıristiyanlık ve Musevîlik dinlerindeki gerileme • Hazret-i Muhammed’in (sav) doğum tarihi • Hazret-i İsa’nın (as) doğum tarihinin kesin olmayışı • Hazret-i Muhammed (sav) Hazret-i İsmail (sav) neslindendir • Kâbe ve Hacer-i Esved • Burckhardt’ın sözleri • Hazret-i Muhammed’in (sav) sünnetine neden gerek duyulmadı? • Hazret-i İsa’nın on iki sünnet derisi(Dipnot) • Hazret-i Âmine’nin ölümü • Hazret-i Muhammed’in (sav) saygılı bir evlat oluşu • Sütannesine duyduğu minnet ve şükran • Ticari gezilerinde amcasına refakat edişi • Çöl maceraları • Varlıklı bir dul olan Hazret-i Hatice (r) ile evlenmesi • Hazret-i Muhammed’in (sav) şahsiyetiyle ilgili iki anlatı • O’nun hayatında Hazret-i İsa’nın hayatına benzeyen yönler • Hazret-i Muhammed (sav) daima mahzun ve düşünceli olması • Hazret-i Cebrail’in (as) görünmesi • Allah’ın Elçisi olduğunun açıklanması • Vahiy inenlerle ilgili gözlemler (Dipnot) • İlk müminler • Başarısızlık • Mucize talepleri ve bunların reddi • Hazret-i Muhammed’in (sav) veziri Hazret-i Ali (r) • Hazret-i Muhammed’in (sav) alenî daveti • Hazret-i Ömer’in (r) İslamiyete girişi • Hazret-i Muhammed (sav) ve sahabe-i kirâmın maruz kaldıkları baskılar • İlk hicret ya da Firar • Habeş Necaşîsinin sağladığı himaye.

ilinen peygamber ve fatihler arasında, biyografisi Hazret-i Muhammed’inki (sav) kadar en küçük ayrıntısına kadar belgeli bir şekilde kaydedilmiş başka biri yoktur. Doğrusu Hazret-i Muhammed’in  (sav) biyografisini[1] Asyalı yazarların bir takım mübalağalarından arındırdığınızda geride kalan bilgiler gerçeğin ta kendisini yansıtır.
Hazret-i Muhammed’in (sav) doğumuna rastlayan dönemde, Arabistan’ın büyük bölümü yabancıların boyunduruğu altında idi. Suriye, Filistin ve Mısır gibi Kuzey Arabistan’ı temsil eden bölgeler Bizans İmparatorluğunun idaresi altında iken Basra Körfezi kıyıları, Dicle ve Fırat ırmaklarının suladığı bölgeler ve Güney Arabistan İran Kisrası’nın nüfuzu altındaydı. Bunun yanında Mekke’nin güneyinde kalan Kızıldeniz sahillerinin bir bölümü Habeşistan’ın Hıristiyan krallarının denetimi altındaydı. Mekke ve Yarımadanın girilmesi güç çölleri ise bağımsızlıklarını koruyorlardı. Bölgenin siyasi durumu gibi ahalinin inanıçları da esasen bu nüfuz dağılımına göre belirlenmekteydi. Nitekim Habeşlilerle Bizanslıların hükümran oldukları kesimlerde Hıristiyanlığın hâkimiyeti sözkonusu iken düalist temele dayalı Mecusîlik ile Manizm daha çok Pers hâkimiyetinin güçlü olduğu bölgelerde yaygındı. Bu bölgeler dışında ise putperestlik temelsiz hükümranlığını sürüyordu.
Başlangıçta Araplar, gökleri ve yeri yaratan tek bir İlah’a tapıyorken zaman içinde bunu terk ederek sabit ve hareketli gök cisimlerinde ikamet ederek gökleri ve yeri idare eden ilah çocuklarının varlığına inanır oldular. Bu çocuklara tapınmak için mabetler inşa ettiler. Ne var ki bu mabetler, Arabistan’ın her tarafında aynı derecede ilgi görmüyordu. Hemen her kabile, hatta ailenin kendine özgü bir tanrısı vardı. Bunlar uğrunda bazen insanlar dahi kurban edilebiliyordu. Araplar, âhiret hayatına, yani âlemin yaratıldığına inanmaz, kâinatın varoluşunu “Dehr”e, dünyanın gelecekteki yok oluşunu ise “Zaman”a bağlarlardı. Günah ve azgınlık, gasp ve talan alıp başını gitmişti. Ölüm, hayatın mutlak sonu görüldüğünden ne iyiliğin ödüllendirileceği, ne de kötülüğün cezalandırılacağı esasına inanılırdı.
Benzeri bir dinî ve ahlakî bir gerileme ve çöküntü, uzun zaman önce Arabistan’a yerleşmiş ve çok güçlü grupları temsil eden Musevîler ile Hıristiyanlar arasında da görülmekteydi. Musevîlerin buraya geliş nedenleri, esasen Romalıların baskılarından kurtulmak iken, Hıristiyanlarınki Eftihianizm yanlısı Nasturilerin[2] ve Arius taraftarlarının[3] düşünceleri sebebiyle sıklıkla uyguladıkları katliamlardan korunabilmekti. Hıristiyanlığın tarihinde bu devirdeki kadar ilginç başka bir dönem yaşanmamıştır.[4]
Hıristiyan Kilisesi’nin Asya ve Afrika’daki şubeleri derin bir ihtilaf ve bunun yol açtığı perişanlık içinde yüzüyorlardı. Bu kiliseler birbirlerine karşı en acımasız aforoz ve ithamları rahatlıkla sergiliyorlardı. Airus taraftarları, Sabelyanlar, Nasturiler ve Eftihianistler arasında yaşanan kısır çekişmeler sebebiyle Hıristiyanlık bölük pörçük olmuştu. Ruhban sınıfı arasında giderek yaygınlaşan mucize ticareti, aşırı günahkârlık, cehalet ve barbarlık Hıristiyanlık adına büyük bir ayıp teşkil etmiş ve halkın terbiyesini bozan bir niteliğe bürünmüştü.
Arabistan çölleri cahil ve meczup keşişler ve manastır sakinleriyle dolmuştu.  Bu keşişlerin bazıları, ömürlerini beyhude hayallerle geçirdikten sonra topladıkları ayak takımının başına geçerek şehir ve kasabaları basar, kiliselerde çılgın fikirlerini anlatan konuşmalar yaparak temelsiz ve tutarsız inançlarını kılıç zoruyla kabul ettirmeye çalışırlardı. Hazret-i İsa’nın hayatta iken insanları davet ettiği o, Hakîm ve Kadîr, Rahman ve Rahîm, eşsiz ve ortaksız Allah’a ibadet inancın yerini çirkin bir putperestlik almıştı. Eski şirk devrinin tanrılarına karşılık, şehitler, azizler ve meleklerden oluşan büyük bir kalabalığın toplandığı yeni bir Olympus inşa edilmişti! Öyle Hıristiyan mezhepleri türemişti ki, Marangoz Yusuf’un (Yusuf-i Neccâr) hanımına bir tanrıça misali sıfatlar ve saygı izafe edecek kadar utanç dolu fikirler barındırmaktaydılar.[5]
Hazret-i İsa’nın (a) ancak Diri ve Ölümsüz olan Yüce Allah’a kulluk etmelerini tavsiye ettiği insanların gözünde en çok ilgi gösterilecek hususlar, Hazret-i İsa (a) devrinden kalma bir takım eşya ile oyma yahut boyama tekniğiyle üretilen resim ve heykeller olmuştu. İskenderiye, Şam ve Halep gibi şehirlerdeki kiliselerin genel manzarası bundan ibaretti.
Hazret-i Muhammed’e (sav) peygamberliğin verildiği dönemde, Hıristiyanlar genel olarak dinlerinin esaslarını terk ederek ikinci derecede önemi haiz konular üzerinde kısır tartışmalara dalmışlardı. Arabistan halkı ise, bunların bütün dinî inançların kaynağı olan Yüce Allah’a saf ve temiz bir surette ibadet etme ilkesinden uzaklaştıklarını görüyor, en çirkin ve ilkel hurafelerin ardından koşarak Allah’a ortak koşan diğer müşrik çağdaşlarıyla aynı kıstasları takip ediyorlardı.
Hazret-i Muhammed (sav) Mekke’de[6] doğdu. Doğumun gerçekleştiği yıl hakkında tereddütler mevcut olup muhtelif yazarlarca M.S. 560, 571, 572, 575, 600 ve 620 tarihleri zikredilmiştir. Fakat en eski ve otantik kaynaklara göre bu tarih 10 Kasım 571 günüdür.[7] Dikkat çekici olan, bu tereddüdün o denli derin olmasa da Hazret-i İsa’nın (a) doğum tarihiyle ilgili şüphe ve tereddütleri andırmasıdır. Hazret-i İsa’nın doğum tarihi, Miladi altıncı asrın başlarına kadar vakanüvistler arasında bilinmemekte iken Roma İmparatoru Jüstinyen’in hüküm sürdüğü o dönemde Romalı bir Rahip olan Dionysius Exiguus meseleyi gündeme taşımış ve bu yönde araştırmaların başlamasına vesile olmuştur. Eusebius, Tertullian ve benzeri vakanü-vistlerce yapılan tahminler arasında olağanüstü tutarsızlıklar gözlenmiş olup kimilerine göre Hazret-i İsa’nın (a) doğumu M.Ö. 3999 yılı iken kimilerine göre M.S. 5 yılı olarak ileri sürülmüştür.[8]
Hazret-i Muhammed’in (sav) dedelerinin, Mekke şehir devletinin iç ve dış ilişkileri noktasında sözü geçen idareciler oldukları ve uhdelerinde bulunan işleri bilgelik ve dürüstlükle ifa ettikleri anlaşılmaktadır. Asırlar boyu elden ele geçen hâkimiyet asası, en sonunda Arabistan’ın en nüfuzlu kabilelerinden biri olan ve Hazret-i İsmail’in (a) neslinden geldiği söylenen ve öyle de olan Kureyş kabilesinin küçük bir boyuna geçmişti. Doğrusunu söylemek gerekirse Müslüman tarihçiler, Hazret-i Muhammed (sav) ile Hazret-i İsmail (a) arasında yaşayan batınların sayısı hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Bunların kimisi iki peygamber arasında 60 dede bulunduğunu söylerken hemen hepsi Adnan ile Hazret-i Muhammed (sav) arasında yaşamış 21 dedeyi ismen saymaktadır. Dolayısıyla mevcut ihtilaf, Adnan ile Hazret-i İsmail arasında yaşamış dedelerin sayısı noktasında kendini göstermektedir.[9]
Şehrin idari kadrolarıyla Kâbe[10] yani bu şehirde mevcut kutsal mabedin görevlileri beş nesildir işte bu Kureyş kabilesi mensupları arasından seçilmekteydi. Hazret-i Muhammed’den (sav) önce de Kâbe, putperest Araplar tarafından hac ve ibadet maksadıyla ziyaret edilen bir mabet idi. Kâbe, Kamerî yılın günleri sayısınca, yani 360 adet puta evsahipliği ederdi.
Hazret-i İbrahim (a) ve oğlu Hazret-i İsmail (a) tarafından inşa edilen Kâbe, Yüce Allah’ı her türlü çirkin sıfat ve ortaktan tenzih edip yüceltmek üzere insan eliyle yapılan ilk mabed olması sebebiyle saygıya lâyık görülüyordu. Greklerin Delphi Tapınağı misâli Kâbe de hemen bütün Arapların Kıblesi konumundaydı. Arapların en fazla değer verdikleri ve aralarında daima yüksek yeri olan şiir ve belagat gücüyle şöhret bulmuş şair ve hatipler bu mukaddes mekâna gelirler ve okudukları şiirler arasında belleklerde yaşamaya layık görülenler duvarlarına asılırdı. Tarihçilere göre Süleyman Mabedi’nden 993 sene, başka bir deyişle Hazret-i İsa’nın (a) doğumundan 2000 sene önce inşa edilmiş olması, Kâbe’nin antik kıymetini ve taşıdığı saygınlığı kat be kat arttırmaktaydı.
Mabedin güneybatı köşesinde gümüş bir muhafaza içinde duran ve yerden 122 cm yükseklikte bir taş vardır. Müslümanlar tarafından Hazret-i Âdem (a)  ile birlikte cennetten düştüğü ve onun tarafından yastık olarak kullanıldığı söylenen bu taş (Hacer-i Esved) Müslümanların gözünde saygın bir yere sahiptir. Bu taşın, indiği zaman beyaz olduğu fakat cennetten çıkar çıkmaz karardığı veya günahkâr bir kadın yüzünden ya da insanların günahlarının çokluğu sebebiyle karardığı söylenmiştir. Akla yakın olan açıklama, Mekke’ye gelen hacıların onu sürekli öpmeleri ve sıvazlamalarıdır.[11]
Müslüman yazarlar, Peygamberin doğumunda meydana gelen olayları en ince ayrıntısına kadar açıklama ve anlatma hususunda birbirleriyle adeta yarışırlar. Bunların açıklamalarına göre Hazret-i Muhammed’in (sav) doğumu esnasında birçok olağanüstü olay yaşanmıştır. Meselâ ortalık harikulâde bir nur ile aydınlanmış, Sama (Sâva) Gölü ansızın kurumuş, Perslerin 1000 yıldır sönmeden yanan mukaddes ateşleri sönmüştür.
Hazret-i Muhammed’in (sav) babasının adı Abdullah, annesinin adı Âmine idi. Âmine’nin astrolog olan kardeşi, Muhammed’in (sav) doğumu üzerine çocuğun yıldıznâmesine bakmış; O’nun yüksek bir nüfuza sahip olacağını ve büyük bir devlet kuracağını söylemişti. Doğumun yedinci günü, dedesi Abdülmuttalip, kabilesinin ileri gelenlerine bir ziyafet vermiş, doğan torununu milletinin yükselen itibar ve şanı sayarak adını MUHAMMED (çok övülen, çok yüceltilen) koydu.[12]
Hazret-i Muhammed (sav) iki yaşına basmadan babası vefat etmiş ve ona iki deve birkaç koyun ve siyahî bir cariye miras bırakmıştı. Âmine hanım çocuğunu emzirmek istiyordu. Fakat yaşadığı keder sebebiyle sütü çekilmişti. Bunun üzerine oğluna bedevî kadınları arasından bir sütanne aramak zorunda kaldı. Bedevî kadınları, sundukları hizmet karşılığında büyük ücretler talep ettikleri için, içlerinden birçoğu böylesine mütevazı bir miras devralan yetim çocuğun annesi tarafından yapılan teklifi geri çeviriyorlardı. En sonunda Sâd Oğullarından bir çobanın hanımı, şefkat duygusuna kapılarak küçük Muhammed’i emzirmeyi kabul etti ve Mekke’nin doğusundaki Taif Dağının köylerinden birine götürdü. Hazret-i Muhammed’in (sav) bu aile arasındaki ikameti fazla sürmedi. Zira çok geçmeden omuzları arasında beliren büyük bir benin (Hatem-i Nübüvvet) cinler yahut perilerin işi olduğundan korkulduğu için Mekke’de bulunan annesine iade edildi.[13]
Hazret-i Muhammed altı yaşında Medine’de bulunan akrabalarının ziyaretinden dönerken annesini yitirmiş ve Âmine Hanım Medine ile Mekke arasındaki köylerden biri olan Ebva’da toprağa verilmişti. Hazret-i Muhammed’in (sav) annesi konusundaki hassasiyetini en iyi açıklayan şey, hiç kuşkusuz ömrünün son günlerine kadar bulduğu her fırsatta onun kabrini ziyaret etmesidir. Şüphesiz, hayatının ilk döneminde yaşadığı bu kayıp, zamanla O’nda belirgin bir karaktere dönüşen tefekkür ve hüzün hâlinin de güçlü sebeplerinden biridir.
Hazret-i Muhammed (sav) yaşadığı kaybın vehametini ve öksüzlüğün gönlünde doğurduğu çaresizliği yedi yaşında iken daha derinden hissetmiştir. Kur’an’da bu husustan bahsedilirken nâil olduğu ilahî lütuflar ve Rahmanî koruma hatırlatılarak şöyle buyrulur:
“Seni öksüz bulup da barındırmadı mı?”[14]
Hayatının bir döneminde Medine’den Hudeybiye’ye giderken annesinin kabrini ziyaret etmişti. Âmine Hanımın orada gömülü olduğunu bilmeyen bazı sahabeler Peygamberin acı acı ağladığını görünce, niçin ağladığını sormuş ve şu cevabı almışlardı: “Burası sevgili annemin mezarıdır. Yüce Allah onun kabrini ziyaret etmeme izin verdi. Anneme dua etmek için müsaade istediğimde kabul buyurmamıştı. Annemi hatırladıkça aziz ve hazin hatırasını anarak ağlarım.”[15]
Annesinin vefatının ardından öksüz çocuğa bakma görevi o devirde Mekke’nin reisi konumunda bulunan dedesi Abdülmuttalip’e geçti. İki yıl sonra Abdülmuttalip’in ölümü üzerine yerini alan oğlu Ebu Talip, yeğeni Hazret-i Muhammed’in velayetini üstlenmiş, kendi çocuklarına gösterdiği şefkat ve özeni, O’na da göstermeye başlamıştı. Hazret-i Muhammed (sav), ömrünün henüz ilk yıllarında zeki ve meraklı bir zihin yapısına sahip olduğunu göstermeye başladı. Yalnız kalarak düşünmeyi öylesine seviyordu ki arkadaşları kendisini oyun çağırdıklarında “insan boş oyunlar için değil daha ulvî işler yapmak için yaratılmıştır” diye karşılık verirdi.
Onüç yaşına bastığında zengin bir tacir olan amcasına Suriye seyahatinin arifesinde kendisini de götürmesini rica etmiş ve bu yolculuk sırasında hayli itibar ve saygınlık kazandıracak şekilde hareket etmiştir. Ertesi yıl, Hazret-i Muhammed’in askerî kabiliyetini göstermesine vesile olacak hadiseler yaşandı. Cahiliye Araplarının gözünde ticaret ile askerlik, bağdaştırılması çok zor iki meslek ve hayat tarzı sayılırdı. O’ndaki bu müstesna kabiliyet, seçkin insanlar arasında bu iki tarzın birlikte olmasa da ardı ardına ortaya çıkabileceği fikrini doğurdu. Genç Muhammed (sav) ticari gezilerde fiilen üstlendiği işler sayesinde, hitabet gücü ve askeri zekâ gibi iki yüksek vasfı hayli geliştirdi. Bu meziyetlerin kendisine sağladığı saygınlık ve güven; söz ve hareketlerindeki samimiyet, hayatındaki düzen ve isabetli değerlendirme sayesinde daha da artmıştı. Hazret-i Muhammed’in yaşı ilerledikçe yüksek meziyetlerinden istifade etmek isteyen tüccarlar işlerinde O’ndan olabildiğince faydalanmaya çalışır olmuşlardı.
Amcasıyla birlikte katıldığı seyahatlardan birinde Suriye Çölünde bir manastıra uğradı. Manastırın başrahibi olan zat (Bahira) gözlerini genç adamın yüzüne dikdikten sonra Ebu Talip’i bir kenara çekerek “Yeğeninize fazlasıyla dikkat ediniz. Onu Musevîlerin hiyanetinden koruyunuz. Çünkü O, büyük işler için yaratılmış biridir” demişti. Bazı yazarlara göre kehanet niteliğindeki bu hatırlatma, gelecek peygamberin Hazret-i İbrahim’in torunlarından göreceği tepki ve sorunları da haber veriyordu.
Hazret-i Muhammed (sav), bu ticari seyahatlar sayesinde Arabistan’ın muhtelif bölgelerinde kurulan panayırları gördü. Buralarda Arapların tarihî iftihar sahnelerini canlandıran şiirler okunur, muhtelif inançlar konuşulurdu. Bu gözlemleri, putperestik ve hurafelerin çirkinlik ve kötülüğüne dair varolan kanaatinin daha da güçlenmesini sağlıyordu.
O günlerde Kâbe, geçirdiği yangın sonucu harabeye döndüğünden tamir edilmekteydi. İnşaat ve tamirat işleri bitirilmiş, sıra Hacer-i Esved’in yerine konulmasına gelmişti. Kabileler arasında varolan rekabetten dolayı yaşanabilecek kavgaların önüne geçebilmek için Hacer’in yerine konulacağı günün sabahında rastlanılacak ilk şahsın bu işi çözüme bağlaması kararlaştırıldı. O gün geldiğinde bahse konu meçhul kişi, Hazret-i Muhammed (sav) oldu. Bütün kabilelerin rıza gösterdikleri bir şahsiyet olarak Hacer-i Esved’i geleneksel merasim eşliğinde yerine koydu. Bu hareketiyle ileride yıkacağı putların muhafaza edildiği mukaddes mabedi de takdis etmiş sayılabilirdi.[16] Hacer-i Esved’i yerine koymakla sıradan bir taş parçasını yerine yerleştirmiş olmuyor, ileride tebliğcisi ve davetçisi olacağı dinin de temellerini atmış oluyordu.
Hazret-i Muhammed yirmi beş yaşına kadar amcasıyla birlikte çalışmaya devam etmiş, diğer taraftan kocasının ölümüyle dul kalan Hatice hanımın işlerini de görmeye başlamıştı. Hazret-i Hatice tarafından belirlenen şartların kabulü üzerine Hazret-i Muhammed üç sene onun adına Şam ve diğer ticaret merkezlerine gitmiş, döndüğünde Hazret-i Hatice’yi ziyaret ederek ticarî faaliyetlerinin sonuçlarını kendisine bildirmişti. Hazret-i Hatice, sonuçlardan fevkalade memnun kalmış, siyah ve düşünceli gözleri, nezih siması ve nazik hareketleriyle huzurlu bir portre çizen bu insandan etkilenmişti. Hazret-i Hatice (r) o sırada kırk yaşında bir dul idi. İki kez evlenmiş, iki erkek bir kız çocuk doğurmuştu. Hazret-i Muhammed gibi hassas ve sıcak bir şahsiyetin etkisine fazla dayanamamıp bir süre sonra hizmetçisi vasıtasıyla O’na evlenme teklif etti.
Hazret-i Muhammed (sav) ömrünün en ateşli dönemini yaşıyordu. Yüzü etkileyici, duruşu saygındı. Hatları gayet düzgün ve anlamlı idi. Gözleri koyu siyahtı. Burnu hafif kalkık, ağzı düzgün ve inci dişleri eksiksizdi. Yanakları dolgun, sağlık fışkıran kızıla çalan bir renk idi. Yaratılıştan siyah ve düz saçları, hafif kestane rengine çalıyordu. Tebessümü büyüleyici, sesi hoş ve toktu. Hareketleri gayet zarif, tavırları sade ve samimiydi. Kendisini şahsen tanıyanlarca daima olumlu bulunan bir kişilikti. Hazret-i Muhammed (sav) ulvî yeteneklerle donanmış bir insandı. Kavrayışı hızlı, hafızası kuvvetli, zihni duru ve berakktı. Hadiseleri değerlendirme gücü yüksekti. Fevkalade cesurdu. İnançlarının samimiyetine dair bazı çevrelerin dillerine doladıkları fikirler ne olursa olsun Hazret-i Muhammed’in (sav) yüce hedefini gerçekleştirme hususunda gösterdiği sabır ve kararlılık hayranlık uyandıracak niteliktedir. Hazret-i Muhammed (sav) Arabistan’ın en temiz ve akıcı lehçesini kullanan ve güzel konuşma yeteneğiyle bu lehçeye güzellik katan belagat sahibi bir insandı.
O’nun son günlerini anlatan şu satırlar gayet manidardır: “Hazret-i Muhammed, simasının güzelliğiyle diğer insanlardan ayrışan biriydi. Bu fiziksel güzellik, ancak ondan mahrum olanlar tarafından küçük görülebilir.
Bu sayede her hangi bir şey söylemeden önce gerek genel, gerek hususi dinleyicilerinin duygu ve düşüncelerini lehine çevirirdi. Dinleyenler, O’nun etkileyici kişiliğini, heybetli duruşunu, müessir gözlerini ve zarif tebessümlerini, ruhunun her duyusunu harekete geçiren yüz hatlarını ve ifade tarzını çok beğenirlerdi. Hazret-i Muhammed (sav) gündelik hayatın sorumluluklarına olduğu kadar beldesinin akıl ve mantığa uygun örf ve adetlerine de riayet ederdi.
Kudret ve servet sahiplerine gösterdiği saygılı nezaket, Mekke’nin en yoksul insanlarına gösterdiği sevgi ve tevazu ile aynı derecede olurdu. Gerek kişisel dostluk, gerekse iyilikseverlik ve dürüstlükten asla ayrılmazdı. Hafızası geniş ve güçlüydü. Zihnen yüksek, yargılama melekesi kuvvetliydi. Hızlı ve kesin değerlendirmede bulunurdu. Düşüncesinde de eyleminde de cesurdu.[17] Daveti başarıya ulaştıkça yayıldığı halde, ilahî risalete dair sahip olduğu ilk imanı, orijinal ve yüce bir deha damgasını taşımaya devam etmiştir. Sözün özü, Abdullah oğlu Muhammed (sav) gerçekten asil bir milletin bağrında yetişmişti..”
Herkesçe kabul gören ifadesiyle Hazret-i Muhammed (sav) bir ‘ümmî’, yani okuryazar olmayan bir insandı. Arap kabileleri, bizim ‘yazılı edebiyat’ dediğimiz şeyi ya göz ardı eder ya da hor görürlerdi. Araplar, yazıyla değil, kullana kullana yumuşatıp yükselttikleri dilleri noktasında başka bir dile saygı duymazlardı. Bunun dışında gündelik hayatlarında işlerine yarayacak şiirleri belleklerine kazıyıp kişisel deneyimlerini düzeltmekle yetinirlerdi. Dolayısıyla hemen her Arap, öğretmen yüzü görmese de yüksek bir insan olurdu. Çünkü çadır, daima açık bir okul gibidir. Orada deneyim ve kudret sahibi kimselerle iletişi kurmak suretiyle belli düzeyde bir düşünce hareketi, hatta büyük bir edebî hareket doğar. Bizim eğitim-öğretim adını verdiğimiz şeyler, Doğuluların eğitimi yükseltmeye ve zekâyı inceltmeye yönelik gayretleriyle hiçbir ortak zemine sahip değildir.
Hazret-i Muhammed’in (sav) Hazret-i Hatice (r) ile izdivacı, Müslüman yazarların ifadelerine göre mükemmel ve çok güzel bir şekilde cereyan etmiştir. Düğün, olağanüstü bir izzet ü ikram ile taçlandırılmış, ziyafet için iki deve kesilmiştir. Davetliler son derece sıcak br şekilde ağırlanmışlardır.
Hazret-i Muhammed (sav) Hazret-i Hatice (r) ile evlendiğinde yirmi sekiz yaşında, hanımı ise kırk yaşında idi.[18] Buna rağmen hayli güzel ve bakımlı bir hanımdı. Aradaki yaş farkına rağmen Allah Resûlü (sav), iyiliksever hanımına karşı sevgi ve sıcaklık duymuş, o zamanlar yaygın olan çok eşlilik geleneğinden faydalanmayı asla düşünmemiştir.
Hazret-i Muhammed’in (sav) evliliğinin ilk on beş yılı hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Hazret-i İsa’nın (a) Yusuf-i Neccar’ın marangozhanesinde geçirdiği süre de bu kadardır.[19] Bu, o kutsal fasıldır ki bu süre zarfında insan kendi dehasının doğumuna katkıda bulunur. Yüce Allah’ın kendisine bahşettiği risalet görevine huzur içinde hazırlanır. Sürekli tefekkür ve niyaz ile kemale erer. Bundan sonra Hazret-i Muhammed (sav) için endişe ve merak dolu inziva sürecinin gayesi, hayatını temizlemek ve onu her hangi bir şaibeyle kirlenebilir olmaktan çıkarmaktı.
Hazret-i Muhammed’in (sav) yılın bir ayını, Mekke’nin batısında yaklaşık 6 Km uzaklıkta bulunan Hira dağının bir mağarasında geçirdiği söyleniyor. Burada Tevrat ve İncil ayetlerini mütalaa ediyor, derin düşüncelere dalarak istiğrak hâlinin lezzetine varıyordu.[20] Ruhun coşkuyla ve zihnin belli bir konuyla bu kadar yoğun meşguliyeti, hiç şüphesiz insanın bedeni üzerinde de güçlü bir etkide bulunur. Hazret-i Muhammed (sav), bu yoğunluğun tesiriyle rüyalar görüyor, dalıyor, vecde eriyordu. O’nun (sav) siretini yazanlardan birinin açıklamasına göre, İslam Peygamberi birbirini izleyen altı ay boyunca aynen çıkan rüyalar görmüştür.[21]  Bu istiğrak döneminin gerçek mahiyeti acaba nedir? Derin düşünceler sonucu gelişen dalgınlıklar olmaları mümkün müdür? Yoksa fikrî oluşum veya bedenin sarsılmasıyla ilişkili baygınlıklar mıdır? Bunu tespit etmek zordur. Kesin olan şudur ki vahiy anlarında Hazret-i Muhammed (sav) endişeye kapılıyor ve yaşadığı sıkıntı yüz hatlarına yansıyordu.[22]
Hazret-i Muhammed (sav) vahiy dakikalarında baygın yahut uykusu gelmiş biri gibi yere düşer ve soğuk günlerde dahi alnından terler boşalırdı. Hatta rivayete göre, vahiy esnasında devesinin üstünde ise, hayvancağız büyük bir titreme ve sarsıntıya kapılarak yere çöker, tekrar kalkar, O’nu üstünden indirmek istercesine ayaklarını uzatır veya bacaklarını sallardı.
Hazret-i Muhammed’in sara (epilepsi) nöbetlerine kapıldığına dair sıklıkla tekrar eden rivayetler, Greklerin çirkin bir uydurmasından ibarettir. Bunu uyduranların maksadı, yeni dinin Peygamberine böyle bir illeti isnat etmek suretiyle ahlak ve yaratılışını lekelemek, Hıristiyanlık âleminde O’na yönelik tiksinti ve nefret duygularını harekete geçirmekti. Ruhları kötülük dolu bu bağnazlar şunu düşünmelidirler ki Hazret-i Muhammed (sav) bu korkunç hastalığa yakalanmış olsa dahi, Hıristiyanlığın şefkat ve merhameti O’na bu rahatsızlığından dolayı acımayı gerektirip sevinme yahut İlahî Gazabın bir işareti şeklinde görerek suçlama gibi bir çirkinliği onaylamazdı.
Hazret-i Muhammed (sav), -yukarıda da açıkladığımız üzere- kırk yaşına bastığı senenin Ramazan[23] ayını her zamanki gibi Hira’da geçiriyordu. Gece vakti, abasına bürünmüş niyaz ve tefekkür ederken kendisini adıyla çağıran bir ses duydu. Başını kaldırdığında olağanüstü yoğun bir nur tufanının üstüne aktığın gördü. Bu nurun şiddetine dayanamayarak kendinden geçti. Ayılıp tekrar kendine geldiğine insan suretinde bir meleğin kendine yaklaştığını gördü. Sonra:
“Oku” dediğini duydu.
“Okuma bilmem” diye cevap verince Melek devam etti:
“Oku. Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Kerem sahibi Rabbin kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.”[24]
Hazret-i Muhammed’in (sav) zihni o anda aydınlandı ve kolaylıkla okumaya başladı. Daha sonra dayanılmaz bir heyecan ve titremenin etkisi altında kaldı. Kendini çöle attı. Her yandan şu ses geliyordu:
“Ey Muhammed! Sen Yüce Allah’ın Peygamberisin. Ben de Cebrail’im.”
Halvet ve inziva gibi hallerde gerek erkek, gerekse kadınlarda bazı içe doğuş durumlarının yaşanması ender görülen bir durum değildir. İnsanlar bu tür ortamlarda çeşitli soyut varlıklar ve intibalarla karşı karşıya kalabilmektedirler. Örneğin Sezar’ın hayaletinin Brütüs’ün çadırında görünmesi, Cromwell’in içe doğuşları ve sonraki zamanlarda Molinos, Madame de Guyon, Swedenborg ve Madame Krudner gibi kişiliklerde görülen durumun Hazret-i Muhammed’de (sav) görülmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir. Kaldı ki Vahiy Meleği Cebrail (a) O’na, risalet görevini üstlenmesini emir buyurmuş, O da bütün bu müşahhas gerçekler sonucu kendisinin Allah’ın Elçisi olduğuna kesin surette inanmıştır.[25]
Ramazan ayının yirmi dördüncü günü sabahı Hazret-i Muhammed (sav) yorgun ve bitkin bir hâlde eşine döndü. Can sıkıntısından dolayı hanımına üstünü örtmesini ve soğuk su ile ovmasını söyledi. Hazret-i Muhammed (sav) yattığı derin uykudan uyanıp kendine geldiği zaman, hanımına İlahî Vahiy sırrını açtı. Hazret-i Hatice (r), Hazret-i Muhammed’in (sav) doğruluğu hususunda bir an tereddüt etmedi. Bunda hayret edilecek bir şey de yoktur. Zira Hazret-i Muhammed (sav) adına şunu kaydetmeliyiz ki, kendisini sıkıntılı bir halden mevcut refah hâline çıkaran hanımına karşı çok şefkatli ve çok duyarlı bir eş olduğunu kanıtlamış, birden fazla hanımla evlenmeyi asla düşünmemişti. Bu gerçekler ortada dururken Hazret-i Hatice’nin (r) O’na inanmaması düşünülebilir miydi?
Hazret-i Hatice (r), kocası Hazret-i Muhammed (sav) tarafından görülen tecellileri, İlahî İrade’nin bir yansıması olarak değerlendirdi.
Hazret-i Hatice’den (r) sonra Hazret-i Muhammed’in Peygamberliğine iman edenler sırasıyla azatlısı Hazret-i Zeyd ve amcasının oğlu Hazret-i Ali’ydi (r). Hazret-i Muhammed (sav) daha sonra zengin ve sözü dinlenen bir Mekke büyüğü olan Ebu Bekr’e (r) tebliğde bulunmuş ve onu İslam dairesine çekmeyi başarmıştı.[26] Hazret-i Ebu Bekr’in (r) gayret ve nasihatları neticesinde Mekke ileri gelenlerinden birkaçı da yeni dini kabul ettiler.
Hazret-i Muhammed’in (sav) samimiyetini güçlü bir şekilde destekleyen kanıtların biri de kendisine ilk inananların, özel hayatına yakından vakıf olan dostlarıyla aile üyeleri olmalarıdır.  Çünkü bunlar, ikiyüzlü sahtekârların geçmişteki hareketleriyle iddiaları arasındaki çelişkiyi açıklamaktan geri durmayacak evsafta kimselerdir.
İlk açılımı uzunca bir duraklama dönemi izledi. Hazret-i Muhammed (sav) kabile büyüklerini bir toplantıya çağırarak yeni dini kendilerine tebliğ ettiğinde soğuk bir tavır ve güvensizlikle karşılandı. Allah’ın Birliğini ve kendi peygamberliğinin hak olduğunu tebliğ etmekle yetinmeyip putperestliği ergeç imha edeceğini ve insanları Hazret-i İbrahim’in (a) dinine döndüreceğini söyleyince Mekkeliler öfkeden köpürmüş ve O’nu susturmak için türlü yollara başvurmuşlardı. Bu bağlamda en fazla kendi kabilesinin çirkin muhalefetiyle karşılaştı. Ancak Hâşimî ailesinin büyüğü Ebu Talib, yeğeninin dinini kabul etmemesine rağmen O’nu himaye etmeye devam etti.
Hazret-i Muhammed’in bundan sonraki birkaç yılı baskı ve işkenceler içinde geçmiş, bu baskılar sınırlı sayıdaki yeni mümini kapsamıştı. Hasımları, davasından vazgeçmesi karşılığında liderlik ve servet vaat etmişler, ancak Hazret-i Muhammed (sav) bunlara Kur’an’ın 41. sûresini okuyarak cevap vermişti. O sûreden bazı ayetleri buraya da nakletmeyi uygun görüyoruz:
“Bu Kuran, Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir.”[27]
“De ki: Muhakkak ki ben sadece sizin gibi bir insanım. Ancak bana şöyle vahyediliyor:  Hepinizin ilahı, bir tek İlah’dır. Onun için hep O’na yönelin ve O’nun bağışlamasını isteyin. Allah’a ortak koşanların vay haline!”[28]
“O müşrikler ki, zekâtı vermezler, ahrete de inanmazlar.
İman edip de iyi amel işleyenler için kesintisiz bir ödül vardır.
De ki: Siz, yeri iki günde yaratanı gerçekten inkâr edip duracak mısınız? Bir de O’na eşler koşuyorsunuz ha?! İşte O, bütün âlemlerin Rabbidir.
Yerküreye üstünde dağları yaratarak baskılar yaptı ve onda bereketler yarattı. Arayıp soranlar için dört günde orada eşit olarak rızklarını takdir etti.
Sonra göğe yöneldi. Gök duman halindeydi. Ardından göğe ve yere buyurdu ki: İkiniz de ister istemez gelin! Onlar, ‘İsteyerek geldik’ dediler.”[29]
“Şayet seni şeytandan bir fitleme fitlerse, hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki her şeyi bilen ve her şeyi işiten O’dur.”[30]
“Ne önünden, ne ardından ona batıl yanaşamaz. O (Kur’an), hikmet sahibi ve hamde layık olan Allah tarafından indirilmiştir.
Ey Muhammed! Sana, senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey söylenmiyor. Şüphesiz ki Rabbin kesin bir mağfiret sahibi, hem de acıklı bir azap sahibidir.”[31]
Hazret-i Muhammed’in (sav) hasımları Peygamberliğini mucize ile ispatlamasını istediler. Hazret-i Muhammed (sav) onların bu taleplerini geri çevirdi. Çünkü O’nun en büyük mucizesi Kur’an’dı. Hazret-i Muhammed’in (sav) vazifesi, hak ve hakikati tebliğ etmek, insanlara anlatmaktı. Bu sebepledir ki mucize taleplerine, Kur’an’ın her hangi bir sûre ya da ayetinin benzerini getirmeleri meydan okumasıyla karşılık verildi.[32]
Hazret-i Muhammed (sav), peygamberliğinin hiçbir safhasında tebliğ ettiği iman esaslarını kabul ettirmek ya da peygamberlik davasını teyit ettirmek için her hangi bir hile veya ‘mucize’ olarak nitelendirilebilecek bir şeye başvurmamıştır. O, insanların akıl ve mantıklarına daima güvenmiş, peygamberliğinin ilk döneminde sırf dinî bir heyecan ve şevk ile desteklenmiştir. Bu dinî şevk ve heyecan, Hazret-i Muhammed’in (sav) en güçlü özelliğiydi. Bu özellik, hemen her hareketinde açık, hayatının her aşamasında aşikârdı.
Dikkat çekici olan şudur ki Hazret-i Muhammed (sav) mucize getirmeyi böylesine açık bir dille reddetmesine rağmen kendisine birçok mucize isnat edilmiş, O’nun gerçek sireti ve orijinal öğretileri; Hıristiyan azizlerinin siret ve öğretileri gibi bulanık ve esrarengiz bir şekle sokulmak istenmiştir.[33] Hazret-i Muhammed’in (sav) hayatını anlatan bazı siyer kitapları, Kur’an’ın delalet ettiğinden çok farklı bir içeriğe sahiptir. Bu noktada onları, Buonoventura’nın yazdıklarına benzetebiliriz ki, bu zatın naklettiği mistik bilgilerin İncil metinleriyle fazla alakası yoktur.[34]
Gibbon, tutucu Hıristiyanların biri tarafından isnat edilen mucizelerden birini şöyle açıklamıştır:
“Hıristiyanlar, evcil bir güvercinin gökten inip Hazret-i Muhammed’in kulağına bir şeyler fısıldadığını söylemektedirler. Bu mucizeyi uyduran Grotius’un Arapça mütercimi, ona kaynaklarını sormuş, o da Müslümanlar tarafından bilinmediğini, zira kendi uydurması olduğunu beyan etmiştir. Mamafih eseri Arapça’ya çeviren Müslümanların gözünde gülünç bir konuma düşmemek için bu rivayeti kaldırmışsa da, eserin Latince orijinali olan De Veritate religions Christiance’ın birçok nüshasında aynen mevcuttur.”[35]
 Hazret-i Muhammed’in (sav) amcası Ebu Talib, düşmanların yeğenine karşı çok kindar hareket ettiklerini görünce, O’nu girdiği yoldan vazgeçirmeye çalışmış, fakat Hazret-i Muhammed ona, “Kureyşliler bana, (taptıkları bilinen) Güneş ve Ay’ı getirseler de, birini sağ elime, diğerini sol elime verseler davamdan yine dönmem” cevabını vermişti.
Karşılaştığı muhalefetten asla endişelenmeyen Hazret-i Muhammed (sav), kendi kabilesine mensup bazı kimseleri toplamaya ve onlara irşatta bulunmaya devam etmiş, hak dini kabul edenlerin sonsuz mükâfatlar kazanacaklarını bildirdikten sonra; “İçinizden kim bu yükü taşımamda bana yardımcı olacak? Hanginiz Harun’un Musa’ya (a) yaptığı gibi yardımcı ve vezirim olacak?” diye sormuştu. Karşısındaki kalabalıktan hiç kimse çıkıp bir söz etmedi. Tehlikeli göreve hiçbiri talip olmak istememişti. Sadece genç ve cesur yeğeni Hazret-i Ali (r) kalktı:
“Ey Allah’ın Elçisi! Buradakilerin en genci olmakla beraber vezirin olmaya hazırım!”
Bunun üzerine Hazret-i Muhammed (sav) mert genci kucakladı ve bağrına basarak: “Kardeşimsin ve vezirimsin” buyurdu.[36]
Hazret-i Muhammed (sav) davet ve tebliğ faaliyetine bu şekilde başladıktan sonra inananların sayısının gün ge gün artmasıyla açık davete başladı. Mekke civarında bulunan Safa ve (Ebu) Kubeys dağları, O’nun vaaz için tercih ettiği yerlerdi. Bunun dışında Hazret-i Muhammed (sav) Hira dağını ziyaret ederek Kur’an-ı Kerim’in yeni sûre ve ayetleriyle dönüyordu. Bu dönemde Müslüman cemaati, en katı ve aynı zamanda en âlicenap düşmanlarından biri olan Ömer bin Hattab’ın hidayete ermesiyle büyük güç kazandı. Hazret-i Ömer, kızkardeşi Emine’nin Müslüman oluşuna aşırı sinirlenmişti. Bir gün Kur’an okurken yanına girmiş ve hakaretler edip dövmüştü. Kız kardeşi Ömer’in darbesiyle düşerken elindeki ayet yazılı parşömen de yere düşmüştü.
Her şeye rağmen metanetini kaybetmeyen genç kadın, parşömeni yerden almış ve ağabeyine vermemekte diretmişti. Bu hareket karşısında Hazret-i Ömer’in hiddeti daha da artmış, kızkardeşinin elindeki parşömeni çekmiş, bu arada gözleri gayri ihtiyari yazılı metne ilişmişti. Ömer gördüğü birkaç satırla mağlup olmuş, öfkesi hayranlığa dönüşerek oracıkta Müslümanlığı kabul etmişti.
Hattab oğlu Ömer yalın kılıç doğruca Safa tepesine gitti. Hazret-i Muhammed (sav) onu gördüğü zaman, “Ey Ömer, nereden böyle? Seni enkaza çevirecek kemerli tavan başına düşünceye kadar bekleyecek misin?” diye sordu. Hazret-i Ömer (r), “Hak dine ve peygamberliğine inanmış olarak geliyorum” dedi.
Bu dönemde Kureyş, Hazret-i Muhammed’in (sav) yeni dini istek ve cesaretle yaymaya devam ettiğini görerek saldırgan bir tavır sergilemeye başladı. Hazret-i Muhammed’in (sav) ashabına öyle bir baskı ve şiddet uyguluyorlardı ki bunların artık Mekke’de yaşamalarına imkân kalmamıştı. Peygamber onlara hicret etmeleri için izin verdi. Onlar da bu müsaade üzerine hicret yoluyla Habeşistan’a iltica ettiler. Bu ilk hicret, Hazret-i Muhammed’in peygamberliğinin beşinci senesinde gerçekleşti. İlk muhacir grubu birkaç erkek ve kadın ile çocuklardan ibaretti. Toplam sayıları seksen civarındaydı. Muhacirler Habeş Necaşîsi tarafından güzel kabul görmüş ve onların iadesini talep eden Kureyş heyetinin istekleri reddedilmişti. Müslüman yazarların beyanlarına göre daha sonra Necaşî de İslamiyet’i seçmişti.
 
 
E
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
İkinci Bölüm
 
b
 
Hazret-i Muhammed’in (sav) amcasının ölümü • Peygamber’in tehlikeli durumu • Hazret-i Hatice’nin (r) vefatı • Hazret-i Hatice’nin (r) mezarı (Dipnot) • Hazret-i Muhammed’in Hazret-i Hatice’yi (r) şükran ile anışı • Hazret-i Aişe’nin (r) kanaatini düzeltmesi • Hazret-i Muhammed (sav) hanımları • Haram Aydaki öğüt ve telkinleri • Yesrip’te Müslümanlığı Seçenler • Mucizevî gece yolculuğu (İsra) • Kureyşliler’in Hazret-i Muhammed’e yönelik suikast girişimleri • Mekke’den kurtuluş • Hazret-i Ali’nin (r) bağlılığı • Hazret-i Peygamberin Allah’a Tevekkülü • Yesrip’in Medine “Paygamber Şehri” oluşu • Hazret-i Muhammed’in ibadet şekillerini belirlemesi • Devlet adamı, asker, yargıç ve imam olarak Hazret-i Muhammed (sav) • Hayatındaki sadelik • Bedir Savaşı ve Zafer • Müslümanların Kureylilerce Mağlup edilişi • Hazret-i Ali’nin (r) cesareti ve ödülü • Dört mübarek hanım • İhanet • Hazret-i Muhammed’e (sav) yönelik suikastlar • Medine’nin Kureyşliler ve Yahudiler tarafından kuşatılması • Düşmanların yenilgisi • Hazret-i Aişe’ye (r) iftira • Mute Savaşı • Hazret-i Muhammed’in zehirlenme girişiminden kurtuluşu • Yahudi kasabalarının teslim oluşu • Hazret-i Muhammed’in Mekke’ye seyahati• Kureyş’in önerdiği şartlar • Anlaşma (Hudeybiye).

azret-i Muhammed’e (sav) inananların oluşturduğu topluluk, peygamberliğin ikinci senesinde Mekke’de hızlı bir şekilde büyüdü. Şehir yönetimi bu gelişme karşısında, bundan sonra başkalarının O’nun tâbileri arasına katılmasını yasakladı. Amcası Ebu Talip’in himayesi devam ettiği için bu yasak O’nu fazla etkilemedi. Ancak iki yıl sonra Ebu Talip’in ölümüyle Hazret-i Muhammed’in (sav) durumu kritik bir hal aldı. Ebu Talip’in mülkleriyle paraları, aile içinde Hazret-i Muhammed’e muhalefet eden grubun eline geçmiş, esasen her zaman fazla kazanan bu kimseler, tahammülsüz bir tavır sergileyerek Hazret-i Muhammed (sav) namaz kılarken bile kendisine hakaret etmeye, üstüne işkembe türü pislikler atmaya, her vesileyle alay edip hor görmeye başlamışlardı. Bütün bu talihsizlikler yetmiyormuş gibi Ebu Talip’in ölümünden sadece birkaç gün sonra Peygamberimizin sadık ve vefakâr eşi Hazret-i Hatice (r) de kolları arasında son nefesini vermişti. Değerli hayat arkadaşının vefatı, Hazret-i Muhammed (sav) için, gerçekten yürek yakan bir musibetti.
Hazret-i Hatice (r) yirmi yıldır, en yakın danışmanı ve destekçisi olmuştu. Onun ölümüyle, evi barkı olduğu gibi ruhunu ve yüreğini de derin bir hicran kaplamıştı. Hazret Hatice (r) yaşının ilerlemesi sebebiyle gençliğin her türlü cazibe ve tesiri kaybetmiş olsa da, Hazret-i Muhammed (sav) sonuna kadar kendisine sadık kalmış, daha önce de ifade ettiğimiz gibi başka bir hanımla evlenmekten daima geri durmuştu.
Hazret-i Hatice (r) Mekke’nin kuzeybatısında bulunan şehir mezarlığına defnedildi. Kabri ve üstündeki kubbe bugüne kadar ayakta duruyor olup hacılar tarafından özellikle Cuma sabahları olmak üzere düzenli bir şekilde ziyaret edilmektedir. Türbenin en dikkat çeken tarafı, lahit taşının üzerine gayet güzel bir Kûfi hattıyla kazınmış olan Ayete’l-Kürsîdir.[37]
Hazret-i Muhammed (sav), Hazret-i Hatice’ye karşı duyduğu minnet ve şükranı ömrünün son demlerine kadar hatırından çıkarmamıştır. Ona beslediği duyguların adeta zamana meydan okuması ve hatırında daima taze durması, hanımları içinde en genç ve güzeli olan Hazret-i Aişe’nin (r) şu tür sitem dolu ifadelerde bulunmasına yol açmıştır:
“Hazret-i Hatice yaşlı bir kadın değil miydi? Allah sana daha güzel ve daha genç bir eş nasip etmedi mi?”
Hazret-i Muhammed (sav) bu sitem kokan soruya kadirşinas bir ifadeyle şöyle cevap vermiştir:
“Ondan daha nazik, daha asil bir hanım olmadı. Alay ve hakaretlerle karşılaştığım zaman bana inanan, yokluk ve darlık içinde yüzerek şiddet ve baskılarla mücadele ederken beni teselli edip yardımda bulunan oydu.”
  Hazret-i Muhammed (sav) her türlü korumadan mahrum kalıp yakın akrabaları olan Haşim oğullarından, ya da bir zamanlar arkadaşı olan kimselerden baskı ve şiddet görmeye başlayınca sığınacak bir yer aramaya mecbur kalmıştı. Bu duygularla sadık hizmetkârı Zeyd ile Mekke’nin doğusunda 97 kilometre uzaklıkta küçük bir şehir olan Taif’e gitti. Hazret-i Muhammed’in (sav) amcalarından Abbas burada yaşıyordu.
Oraya varır varmaz, şehrin ileri gelenlerinden bir kaçıyla görüşerek çağrısını tebliğ etti. Onları kendisine yardım etmek suretiyle yeni dini desteklemeye davet etti. Fakat hiçbirini ikna etmeyi başaramadı. Kendi kabilesi tarafından ileri sürülen bildik itirazlarla karşılaşmasının yanı sıra bir de şehirde hâmi bulması tehdidiyle yüz yüze kaldı. Hazret-i Muhammed (sav) Taif’te bir ay kadar kalmış ve şehir halkının sağduyulu ve iyiliksever kesimlerinden oldukça saygı görmüştü.
Sonunda kölelerle şehrin ayak takımı aleyhinde kışkırtılarak O’nu ve hizmetkârını taşlayarak kovalamaya başladılar. Böylelikle şehri saran dağın eteğine kadar uzanan yaklaşık 5 kilometre uzunluğundaki yol boyunca ikisini kovaladılar. Bu can yakıcı takipten dolayı yorulup bitkin düşen Hazret-i Muhammed (sav) girdiği bir bahçede, üzüm asmasının gölgesine sığındı. Bir süre dinlendikten sonra Mekke yolunu tutarak mukaddes şehre doğru yola çıktı. Şehre yaklaştığında Mekke’nin nüfuzlu insanlarından ve O’na karşı daima iyi niyetli yaklaşmış biri olan Musab b. Adi’ye şehre sağ salim girmesini sağlaması için haber gönderdi. Musab, Hazret-i Muhammed’in (sav) bu isteğini hemen yerine getirdi, oğullarını ve hısımlarını toplayıp silah kuşanarak kendisini izlemelerini emretti.
Hazret-i Muhammed ve hizmetkârı Zeyd, Musab ve yakınlarının sağladığı himayenin gölgesinde güven içinde şehre girdiler. Bu himayenin anlamı, Hazret-i Muhammed (sav) ve Hazret-i Zeyd’e yapılacak her türlü saldırının Musab b. Adi ve aile fertlerine yapılmış gibi kabul edilmesiydi. O gün Hazret-i Muhammed (sav) Musab’ın koruması altında Kâbe’yi tavaf etmiş ve Hacer-i Esved’i öpüp selamladıktan sonra evine dönmüştü.
Hazret-i Muhammed (sav) hanımının vefatından iki ay sonra Sevde adında dul bir hanım ile evlendi. Aynı dönemde ileride Mağara Arkadaşı olacak Hazret-i Ebu Bekir’in (r) genç ve güzel kızıyla evlenerek aralarındaki dostluğu daha da pekiştirdi.
Hazret-i Hatice’nin (r) vefatının ardından Hazret-i Muhammed’in (sav) farklı zamanlarda birden fazla hanımla evlendiği söylenmekte ve karşı görüşlü yazarlar bu mesele sebebiyle O’na saldırmaktadırlar.
Sözkonusu yazarlar Hazret-i Muhammed’in (sav) bu hareketini şehvet düşkünlüğünün bir yansıması olarak kabul ediyorlar. Günümüzde -19. yy- Avrupa yasalarının çok eşliliği yasaklamasına rağmen Hazret-i Muhammed (sav) zamanında bunun çok yaygın bir gelenek olduğu hatta birçok Doğu memleketinde yaygın bir şekilde uygulanıp hiçbir surette gayri ahlaki görülmediği öncelikle bilinmelidir.
Diğer taraftan Hazret-i Muhammed (sav), Hazret-i Hatice ile evlendiğinde O’nun yaşı yirmi beş hanımınınki ise kırktı. Hazret-i Hatice (r) altmışbeş yaşında vefat ettiğine göre, Hazret-i Muhammed (sav) gençliğinin en ateşli yıllarını yaşlı bir hanımla geçirmiş, buna rağmen çok eşliliğe başvurmamıştır.  Hazret-i Hatice (r) Hazret-i Muhammed’e (sav) o dönemde çok önemsenen erkek çocuk da verememiştir.
Yukarıda sıraladığımız hususlar çerçevesinde şu soruları sorabiliriz: Şehvetine gerçekten düşkün bir adam, çok eşliliğin yaygın ve meşru olduğu bir çevrede kendisinden onbeş yaş büyük bir hanımla yetinir miydi?
Ömrünün son on üç yılında Hazret-i Muhammed’in birden fazla evlenmesinin sebebinin erkek bir çocuk sahibi olma arzusu olmadığını kim söyleyebilir?
Hacıların kitleler halinde Mekke’ye aktıkları Haram Ay, genel bir huzur ve barış dönemidir. Bu süre esnasında en kanlı düşmanlıklar bile unutulur, hiç kimse diğerinin kendisine kötülük etmesinden korkmayarak ortak mabetleri olan Kabe’de yıllık dinî görevlerini yerine getirirlerdi. Hazret-i Muhammed (sav) bu uygun fırsatı değerlendirerek Arabistan’ın dört bir yanından toplanan insanlara yeni dini anlattı. Gayretleri sonucu Yesrip’ten gelen birkaç kişiyi İslamiyet’e kazandırmayı başardı. Müslümanlığı kabul eden Yesripliler, şehirlerine döndüklerinde dost ve hemşerilerini gayretli ve samimi bir ruh ile yeni dine davet ettiler. İslamiyet’in Mekke’de yeterince ilgi görmemesi, Yesrip ile Mekke arasında varolan ticari rekabet ve çekemezlik sebebiyle bu kimselerin daha da başarılı olmalarını sağladı.
Hazret-i Muhammed’in (sav) peygamberliğinin on ikinci yılında Kudüs’e, oradan da göklere yapılan ‘Gece Yolculuğu’ (Miraç) mucizesi vuku buldu. Burak adı verilen bir mahlûk ile ve vahiy meleği Cebrail’in (a) rehberliğinde gerçekleşen bu yolculuk Kur’an-ı Kerim’in onyedinci sûresinde anlatılmaktadır.[38] Bizzat Peygamber (sav) tarafından anlatıldığına göre O, bir gece hanımı Hazret-i Âişe’nin (r) yanında yatıyorken kapı çaldığını duydu.[39] Kalkıp baktığında Vahiy Meleği Cebrail’in (a) ilginç görünümlü bir hayvan Burak ile beklediğini gördü. Burak’ın yüzü bir insan yüzü, kulakları fil kulağı, boynu deve boynu, bedeni at bedeni, kuyruğu katır kuyruğu ve toynakları boğa toynağı gibiydi. Rengi süt gibi beyazdı. Hızıyla paralel önünü ışıtıyordu. Cebrail (a) yedi kanadını açmış uçarken Hazret-i Muhammed (sav) Burak’ın sırtına binmiş onu takip ediyordu. Kudüs’e vardıklarında Hazret-i Muhammed (sav) orada Hazret-i İbrahim (a), Hazret-i Musa (a) ve Hazret-i İsa (a) ile karşılaştı. Onları kardeşler diyerek selamladı. Birlikte namaz kıldılar. Ardından Cebrail (a) ile ilerledi ve nurdan bir merdiven gördü. Burak’ın yularını kayaya çakılı demir bir halkaya bağladı. Miraçtan dönünceye kadar kendisini orada bekleyecekti. Cebrail (a) yedi kat gök yolculuğunda Virgil’in Dante’ye yaptığı gibi rehberlik etti. Göğün her katında O’nu farklı suretlerdeki meleklere tanıttı. Bunların kimi insan, kimi kuş, kimi hayvan suretindeydi. Kuş suretindeki melekler arasında aşırı iri bir horoz gördü. Bu horozun kar gibi beyaz tüyleri vardı. Bütün melekler, yeryüzünden gökyüzünün en yüksek katına kadar sıralanmışlardı. Sonunda en üst kattaki Sidre-i Münteha’ya yani Kutsal Sidre ağacına varıldı. Bu ağaç aynı zamanda cennetin sınırıydı. Bu ağacın meyveleri o kadar iriydi ki bunlardan sadece biri dahi, bütün yaratılmışlara uzun zaman yetebilirdi. Ölümlülerin daha öte geçemeyecekleri engel de burada idi. Sidre-i Münteha’da, yeni bir melekutî rehber onları bekliyordu. Hazret-i Muhammed (sav) bu rehberin peşinden yüce Allah’ı zikretmekle görevli meleklerin ilahileri arasında ilerledi. Artık en yüksek makam olan İlliyyun mevkiine varıldığında imanın sembolü “Allah’tan başka ilah yoktur, Hazret-i Muhammed de O’nu Resulüdür” lafzının nakş edildiğini gördü. Yüce Allah tarafından Hazret-i Muhammed’e indirilecek bütün ayetler de burada muhafaza ediliyordu. İşte Müslümanların kıldıkları beş vakit namaz burada önce elli vakit olarak farz oldu. Hazret-i Musa’nın (sav) tavsiyeleri ile bu sayı beş vakte kadar indirilip orada kaldı.[40]
Hazret-i Muhammed (sav) en yüksek gök katındaki ziyaretinin ardından Mekke’ye dönmek üzere Cebrail’e (a) katıldı. Kudüs’e indikten sonra tekrar Burak’a bindi. Geldiği gibi güven içinde ve aynı hızla Mekke’ye döndü. Bu mübarek yolculuğun süresiyle ilgili olarak bazı müfessirler şunu kaydetmişlerdir: Mekke’de, Hazret-i Muhammed (sav) Cebrail’e (a) bakmak üzere kapıya gitmek için kalktığında yanlışlıkla su kupasına çarpmış ve sıçrayan su yere değmeden mübarek seyahetten geri döndüğünde öncelikle devrilmek üzere olan kupayı yerine oturtmuştu.
İsra ve Miraç mucizesiyle ilgili bu naklettiklerimiz, Hadis kaynaklarında yer alan rivayetlerden alınmıştır. Zamanla bu mucizeye ziyadesiyle fanteziler eklenmiş, gerek İsra, gerekse Miraç olabildiğince renkli ve ilginç tasvirlerle gerçekliğinden uzaklaştırılmıştır.
İsra mucizesi, Müslümanlar arasında birçok yorum farklılığına sebep olmuş, bazıları bunun bir rüyadan ibaret olduğunu,[41] dolayısıyla göklere çıkışın bedenle değil ruh ile olduğunu söylerken, diğerleri hem İsra hem de Miraç seyahatlerinin beden ile gerçekleştiğini söylemişlerdir.[42] İkinci yorum daha fazla dillendirilmiş ve asr-ı saadet döneminde Hazret-i Muhammed (sav) bunun doğruluğunu inkâr etmemiştir.[43]
Miracın gerçekleştiği yıl, Yesrip’ten Mekke’ye gelen on iki kişi Akabe’de Hazret-i Muhammed’e (sav) biat ettiler. Bu olaya kaynaklarda Biat-i Nisa (Kadınların Bağlılık Yemini) denilmektedir. Bu biat esnasında hiçbir kadın bulunmadığı hâlde bu ismin verilmesi, daha sonra kadınlardan da aynı içerikte biat alınmasındandır.
Kadınlar da, erkekler gibi kötülük etmeyeceklerine, zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, iftirada bulunmayacaklarına, makul olan her hususta Hazret-i Muhammed’e itaat edeceklerine dair söz verip yemin ettiler.
Hazret-i Muhammed’in Miracı, Mekke’de hararetli tartışmalara konu olurken Medineliler Hazret-i Muhammed’i (sav) güzellikle anıyor, O’nun daveti etrafında toplanıyorlardı. Hazret-i Muhammed (sav), Medineli Müslümanlar arasından on iki sahabe seçerek halkı davet ve irşat göreviyle mükellef kılmıştı. Bunlar, üstlendikleri görevi çok başarılı bir şekilde eda ederek az zamanda halkın büyük bölümünün Müslüman olmasına vesile oldular. Bu arada Hazret-i Muhammed, Mekke’nin başı olan amcası Ebu Talip’in vefatından sonra boşalan koltuğa azılı düşmanı Ebu Süfyan’ın oturmasıyla hamisiz ve her türlü saldırıya açık bir vaziyete düşmüştü. Ebu Süfyan, şöhreti gün geçtikçe artan Allah’ın Elçisini ortadan kaldırmak için suikast tertibine girişmişti.
Kureyş ileri gelenlerinin tertibini haber alan Hazret-i Muhammed (sav) ile Hazret-i Ebu Bekir (r), gecenin sessizlik ve karanlığından faydalanarak kaçmışlar, Hazret-i Ali (r) de O’nun yatağına yatarak yeşil abasını örtünmüştü. Gecenin ilerleyen saatlerinde suikastçılar Peygamber’in evini kuşatarak içeri daldılar. Fakat parçalamak istedikleri Peygamber’in yerinde huzur ve sükûn içinde ölüme gitmeyi bekleyen Hazret-i Ali’yi (r) buldular. Gösterdiği fedakârlıktan etkilenerek ona zarar vermeksizin dönüp gittiler.
Mekke’de bunlar olurken Hazret-i Muhammed (sav) ile Hazret-i Ebu Bekir (r), Mekke’den fazla da uzakta olmayan Sevr dağının bir mağarasına gizlenmişlerdi. İki dost bu mağarada üç gün kaldılar. Hazret-i Ebu Bekir’in kızı, onlara hem erzak getiriyor, hem de Mekke’de yaşanan gelişmeleri haber veriyordu. Mağarada gizlendikleri sırada kendilerini takip edenlerin ellerine düşme endişesi belirince Hazret-i Muhammed (sav) arkadaşına şöyle buyurmuştu:
“Korkma, Allah bizimledir.”
Gerçekten de Hazret-i Muhammed’i (sav) takip eden katiller mağaranın ağzına kadar gelmişlerdi. Fakat girişte bir güvercin yuvası ile örümcek ağı görünce mağaranın boş olduğuna kanaat getirmiş ve aramalarına başka yönlerde devam etmişlerdi. Bu hadisenin ardından Hazret-i Muhammed (sav) ve yol arkadaşı mağaradan çıkarak ıssız patikalardan Medine’ye vardılar. Üç gün sonra Hazret-i Ali (r) de onlara katıldı.
Peygamber’in (sav) hicreti M. 622 Yılı 16. Temmuz günü gerçekleşti. Peygamberliğinin on üçüncü senesiydi. Hicret, İran Kisrası Hüsrev Perviz döneminde vuku bulmuştu.[44] Hazret-i Muhammed (sav) 53 yaşına basmıştı. Medine O’nu çok sıcak bir şekilde karşıladı. Halk, gelişi şerefine şehirlerinin ismini Medinetü’n-Nebi (Peygamber Şehri) olarak değiştirdiler.
Hazret-i Muhammed (sav), Medine’de dinî ve dünyevî vazifelerini yerine getirmeye başladı. Kimi zaman bir hurma ağacına yaslanarak kimi zaman bir minbere çıkarak halkın putperestlik inançları hakkında konuşmalar yaparak onların inançlarını temizlemeye çalışıyordu. Dinleyicilerine büyük bir şevk ve heyecanla hitap ediyordu. Medine’de kurduğu yeni topluma gerçekten köklü bir manevî bir ruhu kazandırıyordu. Bu arada Mekke’den Medine’ye gelen heyetler, Hazret-i Muhammed’in gerek şehir dışındaki kamplarda, gerekse şehirde İran Kisralarına, Bizans imparatorlarına kısmet olmayacak bir bağlılık ve itaate mazhar olduğuna tanıklık ediyorlardı. Bu noktada hiç kimse farklı bir şey söylemiyordu.
O zamana kadar İslam dini daha ziyade itikad ve ibadet esaslarından oluşmaktaydı. Artık İslam dinini değişmez prensiplere dayandırmanın, ibadet biçimlerini kesin surette belirlemenin, dinî rükün ve farzların sayı ve şekillerini belli usule oturtmanın zamanı da gelmişti. İbadetlerin hangi kıbleye yönelerek eda edileceği de Hazret-i Muhammed’in (sav) Medine’de açığa kavuşturduğu hususlardandı.[45] Yine bu devrede ilk mescit inşa edildi ki gayet sade ve mütevazı bir yapıydı. Mescid-i Nebevî olarak bilinen bu mabedin inşaatına Hazret-i Muhammed (sav) bizzat el emeğiyle katılmıştı. Ezan okunması ve Müslümanları namaza davetin yolu olarak bu usulün benimsenmesi de o dönemde yerleşen kurallardandı. Ezan, mescidin minarelerinden (duvarlarından) birinden okunuyordu. Ezanda “Allah büyüktür, Allah’tan başka ilah yoktur, Haydi namaza, haydi felaha!” gibi lafızlar yüksek bir sesle nida ediliyordu.[46]
Özetlemek gerekirse Hazret-i Muhammed bu dönemde askerî, adlî, dinî ve idarî bütün yetkileri kendinde toplamış bulunuyordu. Peygamber’e (sav) indirilen vahiy, Müslümanlar tarafından genel kabul görüyordu. Hazret-i Muhammed’in (sav) gördüğü saygı öylesine büyüktü ki insanlar O’nun değdiği her şeyi kutsal ve bereketli görüyorlardı. O ise, sahip olduğu nüfuz ve iktidara rağmen, yaşantısındaki sadeliği asla değiştirmedi. Nitekim hanımı Hazret-i Aişe (r), O’nun kendi odasını süpürdüğünü, ateşini yaktığını, söküklerini diktiğini, gıdasının birkaç hurma ile bir miktar arpa ekmeğinden, biraz sütle baldan ibaret olduğunu söylerdi.[47]
Hazret-i Muhammed (sav) dinî konularla meşgul olduğu gibi dünyevî meseleleri de dikkatinden uzak tutmazdı. Bin yüklü deveden oluşan bir kervanın Suriye’den gelmekte olduğunu, kervanın muhafazası için Mekke’den 950 savaşçının hareket ettiğini haber alarak bir saldırıya uğramamak için dikkatli hareket ederek 313 asker, altmış deve ve iki attan oluşan askeri bir gücü yola çıkarmaya karar verdi. Hazret-i Muhammed (sav) Bedir’e varıp askerleriyle birlikte konakladığı zaman Mekkeliler ufukta görünmüş, sayısal üstünlükleri, arazinin alçaklığı sebebiyle göze çarpmamıştı. Hazret-i Muhammed (sav) vaziyetin vehametinin farkındaydı. İslamiyetin geleceği bu savaşın sonucuna bağlıydı. Bunu yakından gören Hazret-i Muhammed (sav) ellerini kaldırarak Allah’a yakarmış ve şöyle demişti:
“Ey Rabbim! Sana yalvarıyorum. Bize vaat ettiğin yardım ve zaferi ihsan buyur. Ey Rabbim! Eğer şu tabur yenilecek olursa dünyaya putperestlik hâkim olacak ve Sana tevhit şuuru ve ihlâsla kulluk eden kalmayacaktır.”
Bu dua ve niyazın ardından iki taraf arasında bir ölüm kalım savaşı başladı. Hazret-i Muhammed (sav), ateşleyici gözler ve yüksek bir sesle, Allah yolunda şehit olacak müminler için cennet kapılarının ağzına kadar açık olduğunu ilan ediyordu. Çarpışma esnasında bir ara şöyle nida etmişti: “Melekler bizimle birlikte çarpışıyorlar. Cebrail’i (a) görüyorum, elinde Allah’ın kılıcı çarpışıyor”. Neden sonra yerden bir avuç kum alarak Mekkelilere doğru saçmış ve “Suratları kahrolasıcalar!” diye seslenmişti.
Müslümanların yiğitlikleri tarif edilemez nitelikteydi. Hazret-i Muhammed Medine’ye muzaffer olarak döndü. Alınan ganimetler mücahitler arasında taksim edildi. Bedir Savaşı, Kur’an’da birçok yerde anlatılmıştır. Bu savaşın Hazret-i Muhammed’e (sav) kazandırdığı güç ve nüfuz, diğer savaşların kazanılmasında da önemli rol oynamıştır.
Ertesi yıl, 624 yılında Ebu Süfyan komutasındaki Kureyş ordusu Medine’ye altı kilometre uzaklıktaki Uhud’a doğru ilerledi. Düşman ordusu, üç binden fazla askerden oluşuyordu. Bunlara karşı Hazret-i Muhammed’in (sav) kumandasindaki 950 kişilik ordu Medine’den harekete geçti. İslam ordusu Uhud dağının eteğinde kamp kurdu. Kureyş ordusu hilal şeklinde ilerliyordu. Kureyş süvarilerinin sağ kanadına tanınmış ve ateşli Arap silahşörlerinden biri olan Halid (bin Velid) kumanda ediyordu. Hazret-i Muhammed (sav) İslam ordusunun saflarını büyük bir maharetle düzenlemişti. Savaşın ilk devresinde Müslümanlar Kureyş ordusunun merkezini dağıtınca düşman firara başladı. Çarpışmanın sona ermeye yüz tuttuğunu tahmin eden Müslüman askerler ganimet toplamaya koyuldular.
Halid bu fırsattan faydalanarak Müslümanların çekilme hatlarını tutarak hücuma geçti. Hazret-i Muhammed (sav) dahi ölüm tehlikesiyle yüzyüze kalmış, hatta atılan bir taşla iki dişi kırılmıştı. Bu esnada Halid, “Yalancı Peygamber öldürüldü!” diye bağırdığından, sahabe ümitsizliğe kapılarak çekilmeye başlamış, sadece Peygamber’in (sav) yakın arkadaşlarından bir kaçı O’nu etrafında toplanarak kendisini güvenli bir noktaya ulaştırmışlardı.
Hazret-i Muhammed (sav) bu felakette, Hazret-i Ali tarafından gösterilen kahramanlığa ödül olarak, sevgili kızı Fatıma’yı (r) onunla evlendirmiştir. Olağanüstü bir güzelliği ve yüksek ahlaki sıfatları olan Hazret-i Fatıma, bütün Müslümanların mübarek saydıkları dört hanımdan biridir ki diğer üçü Firavun’un hanımı Hazret-i Âsiye, kutsal bâkire Hazret-i Meryem ve Hazret-i Hatice’dir.
Evliliği izleyen sene, Hazret-i Muhammed (sav) ve tâbilerine oruç farz kılınmıştır.[48] Bu arada İslamiyet’i kabul ettiklerini iddia eden birkaç Arap kabilesi, memleketlerine dinî öğretecek hocalar gönderilmesini istemişlerdi. Ancak bu hocalar, istendikleri yerlere ulaşır ulaşmaz, haince ve gaddarca öldürüldüler. Yahudiler de yeni dine her şekilde karşı çıkmaktaydılar. Hazret-i Muhammed’(sav) i öldürmeye yönelik birçok suikast planlanıyordu. Ne var ki Hazret-i Muhammed’in (sav) asla sarsılmayan itidali, sürekli uyanık olan dikkat ve ihtiyatı sayesinde bunların hepsi suya düşüyordu.
Hazret-i Muhammed’in (sav) nüfuzu o derece artmıştı ki alkollü içecek kullanımını kökten yasaklamayı başarmış, gerçek Müslümanların alkollü içeceklere tiksinerek bakmalarını sağlamıştı. Müslümanlığı birçok zalim ve pervasız düşmandan kurtarmak için böyle bir ahlakî yükselişe şiddetli ihtiyaç vardı. Gerçekten de Kureyş, Yahudilerle ve çölün muhtelif taraflarından gelen kabilelerle fikir ve gaye birliği etmiş, Müslümanların imhasını ortak bir dava hâline getirmişlerdi. Toplanan dev ordu Medine üzerine doğru yürüyüşe geçti.
Medine’de yaşayan Müslümanlık, bütün bu düşmanlık ve husumete rağmen olağanüstü akıllı bir insanın azim ve iradesiyle, yılmaz bir şevk ve heyecan ile hafife alınamaz bir sebat ve ihlâs ile bekliyor ve yalnız bu erdemlerine güveniyordu. Düşmanlar sonunda kuşatmayı kaldırmaya ve geldikleri gibi gitmeye mecbur kaldılar. Bu gelişme üzerine Hz. Peygamber askeri gücünü derhal Kureyza oğulları kalesine yolladı. Yaşanan şiddetli bir çarpışmanın ardından Kureyza Yahudileri kesin bir hezimete uğradılar.
Bu dönemde Hazret-i Muhammed’in (sav) evlatlığı olan Zeyd’in boşadığı hanımı nikâhlaması sebebiyle aleyhinde gayet çirkin bir iftira kampanyası başlatılmıştı. Bu iftirayı red ve tenkit etmek için konu üzerinde durup meseleyi incelemek gerekir. İşin aslı şundan ibarettir: İslamiyet’ten çok önce Araplar arasında yaygın olan geleneğe göre bir insan, bir kadına “Anam ol!” diyecek olursa o adam, artık o kadınla evlenemezdi.  Aynı şekilde bir çocuğa “Oğlum ol” dediğinde, çocuk onun ‘evlatlığı’ olur ve ‘öz’ evladının bütün haklarına sahip olurdu. Kur’an, işte bu iki ananeyi ortadan kaldırdı.
Dolayısıyla bir insan her hangi bir kadına “Anam” dediğinde, evlilik bağı bundan zarar görmediği gibi, bir kişi evlatlığı tarafından boşanmış bir hanımla da evlenebilirdi. Hazret-i Muhammed (sav), Zeynep isimli genç hanımı, duyduğu saygı sebebiyle çok sevdiği bir genç olan Zeyd ile evlendirmişti.  Fakat karı koca bir türlü mesut olamadılar. Zeyd, Hazret-i Muhammed’in (sav) onca ikaz ve uyarısına rağmen karısını boşamaya karar vermişti. Hazret-i Muhammed (sav), çiftin evliliğini şahsen teşvik ettiği için, boşanma hâlinde kendisinin suçlanacağını hissettiğinden Zeynep’in ısrarlı serzenişleri karşısında onu kendi nikâhına alarak ilk kararındaki hatayı telafi etmek istemiş de olabilir.
Hazret-i Muhammed (sav), üstte açıkladığımız gelenek sebebiyle bu hanımı aldığı takdirde Araplar tarafından tenkide maruz kalacağını ve suçlanacağını bildiği hâlde kuvvetli sorumluluk duygusunun tesiriyle bütün itirazları göze alarak Hazret-i Zeynep ile evlenmiştir.
Kabilelere karşı kazanılan bir seferin ardından Hazret-i Muhammed’in (sav) değerli eşi Hazret-i Aişe (r) iftiraya uğramış, onun samimi ve gerçeği yansıtan ifadeleri suçsuzluğunu ortaya çıkardığından iftira suçunu işleyenler cezaya çarptırılmışlardı.
Medine’den sürülen Yahudiler Mekkelilerden yardım isteyerek Medine’ye hücum edeceklerini söylemişler, bunun neticesinde Mekkeliler tarafından sağlanan yardımcı güçlerle Medine’ye sefer düzenlemişlerdi. Uhud yenilgisinin ardından çok dikkatli davranmaya alışan Hazret-i Muhammed (sav), Müslümanlığı kabul eden bir İranlının[49] tavsiyesine uyarak Medine’nin çevresine hendek kazdırmıştı. Düşman ordusu Medine’ye hücuma geçtiğinde hendekle karşılaştı. Şehri kuşatmak istedilerse de düzenlenen bütün saldırılar püskürtüldü. Zamanla düşman ordusunu oluşturan gruplar arasında şüphe ve nifak duyguları belirmeye başladı ve en sonunda çekip gitmek zorunda kaldılar.
Hazret-i Muhammed (sav), hiç vakit geçirmeden Yahudilerin sığınakları olan Hayber Kalesine yöneldi. Gayet şiddetli çarpışmaların ardından hayatına yönelik tehditlerden haberdar olarak Hayber’e girdi. Babasını, kardeşini, kocasını ve diğer erkek akrabalarını savaşta kaybeden bir Yahudi kadın, ailesinin ve milletinin can düşmanı bildiği Hazret-i Muhammed’in (sav)  canına kıyarak intikam almayı planlamıştı. Kadın bir oğlak keserek kızartmış ve içine de kuvvetli bir zehir akıtmıştı. Gayet misafirperver bir hava ile akşam yemeği vaktinde oğlağı Hazret-i Muhammed’in huzuruna getirdi.
Hazret-i Muhammed (sav), aldığı lokmayı yutmadan etin zehirli olduğunu anladı ve ashabını ikaz etti:
“Durun, bu hayvan zehirli!”
Hazret-i Muhammed’i (sav) korumakla görevli ashabından Bişr, oğlağın etinden hayli yemişti. Çok geçmeden yüzü sarardı, ayaklarına felç girdi ve sonunda ruhunu teslim etti. Etten az da olsa tadan bütün sahabe şiddetli sancı çektiler. Hazret-i Muhammed (sav), onlara omuz aralarının ovulmasını emretti. Tavsiyesine uyulunca sancıları biraz olsun hafifledi. Genç Yahudi kadın çağrılarak neden böyle yaptığı soruldu. Kadın şu cevabı verdi: “Ey Muhammed, siz benim babamı, kocamı ve kardeşimi öldürdünüz. Ben de kendi kendime şöyle dedim: Eğer bu insan gerçekten Peygamberse, oğlağın zehirlenmiş olacağını bilerek yemez. Yalancı biriyse etten yer, böylelikle biz de bütün Yahudiler de onun şerrinden kurtuluruz.”
Kadın, Bişr’e karşılık oracıkta öldürüldü. Hazret-i Peygamber (sav) ağzına koyduğu o lokma yüzünden hayli sancı çekti. Doğrusunu söylemek gerekirse zehrin etkisi ömrünün kalan yıllarında da arasıra nüksetti.
Yahudi kadının bu hareketi, bütün Yahudileri korku ve endişeye düşürdüğünden büyük bölümü, Hazret-i Muhammed’in huzuruna çıkarak itaat ve bağlılıklarını bildirdiler. Arapların birçoğu da Kur’an’ın edebî kuvvetinden ve belagatinden etkilenerek Müslüman oldular.
Namazlarda yöneldikleri kıble olan mukaddes Kâbe’yi ziyaret, bütün Müslümanların emeliydi. Hazret-i Muhammed (sav) de, bu kutsal şehri fethetmek, geçmişte Müslümanların baskı ve işkenceye maruz kaldıkları bu beldede Allah’ın Birliği inancını hâkim kılmak arzusunda idi. O, bu arzusunu diğer Müslümanlarla da paylaşıyor ve onları sürekli bunu gerçekleştirmeye teşvik ediyordu. Neticede Hendek Savaşından sonra hac ziyaretinde bulunarak Kâbe’yi tavaf etmek üzere bütün arkadaşlarıyla birlikte hareket etti. Attığı her adımda, birilerinin muhalefetiyle karşılaşmasına rağmen geri dönmeyerek Mekke yakınlarına kadar vardı. Esasen Mekke’de de Müslümanlığı kabul eden kimseler vardı. Her hâlükârda bu hac seyahati Kureyş’in isteği üzerine Hudeybiye’de yapılan bir barış anlaşmasıyla noktalandı. Hudeybiye Barışı şu maddeleri içeriyordu:
1.       Taraflar on yıl süreyle savaşmayacaklar.
2.       Arap kabileleri, Müslümanlarla yahut Kureyş ile ittifak kurma hususunda özgür olacaklar.
3.       Hazret-i Muhammed (sav) ve ashabı, bu sene dönecekler ve Kâbe’yi gelecek yıl ziyaret edecekler.
4.       Müslümanlar Mekke’ye kınına konulmuş kılıçlarla girecekler.
5.       Ziyaret üç günden fazla sürmeyecek.
Bu anlaşma, Hazret-i Muhammed’in (sav) en büyük başarılarından biriydi. O yıl, ihrama girme ve kurban kesme gibi bazı farizaları yerine getirdikten sonra Medine’ye dönecek olsalar da, İslamiyet Hudeybiye’de çok sağlam temeller atmıştı. Kâbe’yi dolduran 360 puta[50] rağmen Hazret-i Muhammed (sav) Hacer-i Esved’in önünde duracak ve Müslümanlar en yüksek sesleriyle Allah’tan başka ilah olmadığını haykıracaklardı.
 
 
E
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
ÜÇÜNCÜ Bölüm
 
b
 
Hazret-i Muhammed’i (sav) ziyaret eden heyetler • Habeş Necaşisinin mektubu • Hazret-i Muhammed’in (sav) Mihri • İran Kisrasına Gönderilen mektup • Kisra’nın Hazret-i Muhammed’e (sav) hakareti • Busra’ya gönderilen askeri birlik • Hazret-i Muhammed’in (sav) merhametli tavsiyeleri • Hazret-i Zeyd, Cafer ve Abdullah’ın (r) kahramanca şehadetleri • Kureyş’in anlaşmayı ihlali • Mekke’ye giden ordu • Hazret-i Muhammed’in (sav) putları kendi elleriyle devirmesi • Hazret-i Muhammed’in (sav) mağluplara yaklaşımındaki güzellik • Müseyleme’nin çıkışı • Putperestliğin Arabistan’dan tamamen silinmesi • İbrahim’in ölümü • Güneş tutulması • Hazret-i Muhammed’in (sav) hurafelerle savaşı • Hazret-i Muhammed’in (sav) vefatı • Kefeni ve defni • Carlyle’ın Hazret-i Muhammed (sav) hakkında söyledikleri • Hazret-i Muhammed (sav) tarafından kurulan devletin hızlı büyümesi • İslamiyetin yayılması.
 
 

icretin dokuzuncu yılında Arabistan’ın her tarafından Hazret-i Muhammed’i (sav) görmek ve Müslümanlığı kabul etmek amacıyla heyetler gelmişti. Yine aynı yıl Habeş Necaşîsini İslamiyet’e davet etmiş ve ondan şu mealde bir cevap almıştı:
“Hak İlah olan Ulu, Büyük Allah’ın selamını armağan ederim. Hak İlah’ın yalnız Allah olduğuna Hazret-i Muhammed’i de O’nun gönderdiğine şehadet ederim. Peygamber, kendisini Ümmü Habibe’yle evlendirmemi istemektedir. Bu arzusunu büyük bir memnuniyetle yerine getiriyor ve dört bin altın çeyizle O’na nikâhlıyorum.”
Bu dönemde Hazret-i Muhammed (sav) devlet başkanlarına hitaben yazdığı mektupları mühürlemek için bir mühür yaptırdı. Mührün üzerinde yukarıdan aşağı doğru “Allah Resulü Muhammed” yazmaktaydı.
İlk mektup, Pers İmparatoru tarafından tayin edilen Yemen Valisi Bazan’a gönderilmiş ve mektubun Kisra’ya iletilmesi istenmişti. Kisra Hüsrev, Hazret-i Muhammed’in (sav) mektubunu parça parça etmiş, Valisi Bazan’a O’nu yakalaması veya haddini bildirip hizaya sokmasını emretmişti.
Hazret-i Muhammed (sav) bu hakareti haber alınca yakın bir zamanda Pers İmparatorluğunun tarümâr olacağını haber verdi. Gerçekten de çok geçmeden Hüsrev, bizzat oğlu Şirveyh tarafından öldürüldü. Yemen valisi Bazan tebaasıyla birlikte İslamiyet’i kabul edince, Hazret-i Muhammed (sav) onu görevinde bıraktı.
Bizans İmparatoru Heraklius’un, Hazret-i Muhammed’in (sav) mektubunu saygıyla karşıladığı ve O’na hediyeler gönderdiği Müslüman tarihçilerce nakledilmektedir.
Bunlar dışında birçok emir ve kabile başkanı Medine’ye bizzat gelerek İslamiyet’e girişlerini ilan ettiler. Hazret-i Muhammed’in şahsında yüksek ahlak ve faziletlerin yanı sıra yiğitlik ve cesaretin de toplanması, bunun dışında gayet iyi bir hatip ve sadeliği seven biri olması başarısının ardındaki en mühim etkenlerdendir.
Kelimeler O’nun ağzından vahyin gücüyle dökülür, Arapların hayal dünyalarını derinden etkilerdi. Hazret-i Muhammed’in (sav) Araplara ve bütün Doğululara armağan ettiği Kitab muhteşem vaatlerle doluydu.[51] Bu Kitab’ın vaatleri çok tehditleri gayet azdı. Onu okuyan veya dinleyen insanlar dirençlerini çabucak yitiriyorlardı.
Hazret-i Muhammed (sav) Medine ve Mekke’de yönetimi tesis ettikten sonra tebliğ ettiği dine bağlı olarak gerçekleşen inkılabı komşu ülkelere de yaymak istedi. Heraklius’a cizye vermekte olan Şurahbil isimli bir Arap Prensi İslam Peygamberinin elçisini öldürmüştü. Bu hadise, çok önemli bir sonuç doğurmamasına rağmen yapılan hareket çok ağır bir hakaretti. Buna karşılık vermek üzere on bin askerden oluşan bir ordu hazırlandı. Hazret-i Muhammed (sav) askerlere, Hak davası uğrunda gösterecekleri dinî ve dünyevî fedakârlığın ödüllerini gayet canlı ve etkileyici sözlerle anlattı. Yine onlara ganimeti halkın sırtından ve gözyaşlarından değil, fethedecekleri memleketin devlet hazinesinden almalarını tavsiye etti. Hazret-i Muhammed’in (sav) bu vesileyle yaptığı konuşmanın bir bölümü şöyledir:
“Uğradığımız hakarete karşılık verirken, uzlete çekilenlerin manastırlarına dokunmayın. Kadınlara saygılı olun. Çocukları koruyun. İhtiyarlara zarar vermeyin. Direniş göstermeyen halkın evlerine saldırmayın. Ağaçları kesmeyin. Hurma ağaçlarını koruyun..”
Hıristiyanlar sayıca Müslümanlardan üstün oldukları için İslam ordusu püskürtüldü, komutanlarından üçü; Zeyd, Cafer ve Abdullah şehit edildi. Zeyd, ordu komutanı olmasına rağmen bir nefer gibi en ön safta çarpışarak şehit düşmüştü. Onun peşinden Cafer de kahramanca çarpışarak öldü. Sağ kolu yerinden ayrılan Cafer, bayrağı sol eliyle taşımış, sol kolunu kaybedince bayrağı dişleriyle yakalayarak elli yara aldıktan sonra can vermişti. Cafer’in yerini alan Abdullah, “İleri! Zafer ve cennet bizimdir!” diye nida ederek atılmış ve o da şehit düşmüştü. Onun ölümüyle yere düşmek üzere olan bayrak Halid bin Velid tarafından tutulmuştu. O gün Halid bin Velid’in elinde dokuz kılıç kırılmış, gösterdiği hamaset ve kahramanlık Hıristiyanların üstün ve ezici gücünü durdurarak geri püskürtmüştü.
Müslümanların talihi sonunda yaver gitmiş, cesaret ve zekâ                                                                           sıyla büyük yararlık gösteren Halid, Hazret-i Muhammed (sav) tarafından “Seyfullah=Allah’ın Kılıcı” lakabıyla anılmıştır. 
Kureyş, Hazret-i Muhammed’in (sav) düşmanlarına yardım etmekle Hudeybiye Anlaşmasını çiğnediği için artık haddinin bildirilmesi gerekiyordu. Hazret-i Muhammed (sav) işte bu amaçla hazırlıkları tamamladıktan sonra on bin mücahidin başında Medine’den hareket etti. Hâtıb adlı biri, bu sefer kuvvetinin açıklayarak Mekkelileri uyarmak istemiş ve Sare adında bir kadını gizli mektupla Mekke’ye göndermiş, ancak Hazret-i Ali (r) bu gelişmeden tam zamanında haberdar olarak kadını izlemiş, uygun yer ve zamanda yakalamıştı. Kadın gizli görevini açıklamak istememişse de sorgulama sonucu, Hâtıb’ın yazdığı mektubu saçlarının arasında sakladığı anlaşılmıştı.
Bu gizlilik sayesinde Kureyş, durumun vehametinden ancak Hazret-i Muhammed’in (sav) Mekke’ye varmasıyla haberdar olmuştu. Hazırlıksız yakalanan Mekke teslim olmuş ve Hazret-i Muhammed (sav) zafer kazanmış bir fatih olarak girmişti. Mekke’nin idarecisi konumundaki Ebu Süfyan Müslümanlığı kabul ederek bağışlanmış, hatta taltif edilmişti
Hazret-i Muhammed (sav) Kâbe’ye girerek putları kendi elleriyle parçalamış ve Kâbe etrafında yedi kez tavaf ettikten sonra kelime-i şehadet getirmiş, sonra Zemzem kuyusundan su içmişti. Böylelikle Kur’an-ı Kerim’in 48 sûresinde yer verilen vaat gerçekleşmiş oluyordu.[52]
Müezzin ilk defa Mekke’de açıktan ezan okuyarak Müslümanları namaza davet etmiş, gerek şehre gelen İslam ordusu, gerekse Mekkeliler dalgalar hâlinde Harem-i Şerifte toplanmışlardı. Hazret-i Muhammed (sav) Mekkelilere dönerek sordu:
“Size ne yapmamı bekliyorsunuz?” Hep bir ağızdan cevap verdiler:
“İyilik ve ihsanda bulunmanı!” Hazret-i Muhammed onlara şöyle buyurdu:
“Haydi gidin! Allah hepinizi affetsin!”
Putların Müslümanlar tarafından tamamıyla parçalanması üzerine, bundan aşırı etkilenen Hevazin kabilesi silahlarına sarılarak Müslümanlarla savaşmaya karar vermiş ve bu maksatla Mekke’ye sadece 4,83 kilometre uzaklıktaki Huneyn vadisine kadar ilerlemişlerdi. Müslümanlar, on bin kişilik esas kuvvet ve Müslümanlığı yeni kabul eden iki bin Mekkeliyle Hevazin kabilesini dize getireceklerinden gayet emindiler. Fakat İslam ordusu Hevazinlilerin ok yağmuruyla karşılaşınca bozuldu ve akıl almaz bir geri çekilme baskısıyla karşılaştı. O an insanların muhtaç oldukları yegâne şey, moral ve cesaretti.
Hazret-i Muhammed (sav), tereddütsüz meydana atılarak sergilediği kahramanlıkla mücahitleri savaştan kaçma töhmetiyle lekelenmekten kurtardı. Hevazin yenilmiş ve kaçanlar çok iyi takip edilerek tamamen teslim alınmışlardı. İslam ordusunun eline altı bin esir, yirmi dört bin at ve dört bin aygır ile yüklü miktarda gümüş geçmişti. Ganimetler taksim edileceği sırada Hevazin seçkinleri gelerek bunca ailenin felakete uğramaması için Hazret-i Muhammed’den ricacı olmuşlar, O da müminleri toplayarak şöyle buyurmuştu:
“Müslümanlar! Kardeşleriniz pişman olmuş hâlde geldiler. Babalarıyla analarının, çocuklarıyla mallarının geri verilmesini rica ediyorlar. Ben bu ricayı kabul ediyorum. Siz de kabul ederseniz, beni mesut bahtiyar edeceksiniz. Eğer bundan zararlı çıkacağını söyleyen varsa hemen söylesin. Ona başka bir zaman tazminat veririm.”
Hazret-i Muhammed’in (sav) bu sözlerine itiraz eden olmamış, hatta aklından geçiren dahi çıkmamıştı. Bütün esirler salıverilmiş ve insanlar, İslamiyet’in insaf ve adaletinden hisselerine düşeni almışlardı.
Hevazin kabilesinden Müslümanlığı kabul edenler arasında sonradan ‘peygamberlik’ iddia edecek olan Müseyleme de bulunuyordu. Bu adam, söz konusu iddianın başarı için yeterli olacağına inanarak İslam’dan dönmüş ve Hazret-i Muhammed’e (sav) yazdığı mektupta dünyanın bir parçasını O’na, bir parçasını kendine ayırmıştı. Hazret-i Muhammed (sav) bu yalancıya şöyle cevap verdi:
“Allah’ın Resulü Muhammed’den, Yalancı Müseyleme’ye. Yeryüzü Allah’ındır. Onu istediğine lütfeder”.
Hicretin onuncu yılında Hazret-i Ali (r) Yemen’e gönderildi. Orada İslamiyet’e davet edip İslam inanç ve ibadetlerini insanlara öğretti. Birçok Yemen kabilesi onu bu gayretleriyle Müslümanlığı içlerine sindirmeye başladılar. Yemen’de Müslümanlığı kabul etmeyen yegâne topluluk, Hıristiyan kalmayı seçen Necran kabilesiydi. Bunlar da İslam devletine cizye ödemeyi kabul etmişlerdi.
Böylece Arabistan’ın neredeyse tamamında Müslümanlık kabul edilmiş oluyordu. Hazret-i Muhammed (sav) henüz hayatta iken putperestliğin kökü kazınmıştı. Bu başarı, O’nun askerî bir deha oluşuna bağlanamazdı. Bilakis, bir fatih olduğu kadar bir yenilikçi olmasına, ilan ettiği dinin geçmiş peygamberler tarafından tebliğ edilen dine uygun olmasına, Arabistan’ın o tarihteki durumuna göre çok daha temiz ve saf ahlakî öğretiler içermesine bağlıdır. Hazret-i Muhammed (sav) yargısız, sorgusuz ve hesapsız kan dökmeyi yasaklamakla, Arapların ihtiraslarını da belli bir disipline sokmuştu.
Arapların İslamiyet’i kabul etmeleri, gerçekten içten ve kuşatıcı bir gelişmeydi. Bu milletin dinî duyguları, artık uyanmış olduğundan heyecan dolu ruhları şöyle bir vadiye dönüşmüştü: İlahî davet hızla yükselmekte, Allah’ın birlik ve samediyeti uğrunda ölmek, her Müslümanın yegâne emeline dönüşmekteydi. Kuvvet ve iktidar sahibi olmak, ganimet kazanmak, şan ve şeref itibarıyla yükselmek, hatta ahrette cenneti kazanabilmek dahi bu hâkim ve samimi emeli daha da pekiştiriyordu.
Arabistan’ın tamamında tevhid akidesi inşa edilip “Allah’tan başka ilah yoktur, Hazret-i Muhammed O’nun Resulüdür” prensibi kalplere ve kafalara iyice yerleştikten sonra Tebuk Seferi düzenlendi. Müslümanlar bu seferde Suriye sınırına kadar ilerleyecek ve o civarda yaşayan bütün Arap prensleri ve kabile şefleri teslimiyetlerini ilan edeceklerdi.
Tebük Seferi için çağrı M. 639 senesinde gerçekleşti. Meyveler olgunlaşıyor, hasat yaklaşıyordu. Arabistan’ın dayanılmaz sıcağı kumları yakmaya başlamıştı. Tüm olumsuzluklara rağmen Müslümanlar Allah’tan gelen emre uyarak O’nun yolunda cihada çıkmak üzere hazırlandılar. Yirmi bin piyade ve on bin süvariden oluşan büyük bir ordu kuruldu. Ordunun teçhizatı mükemmel denecek düzeyde idi. Komuta, Hazret-i Muhammed’de (sav) idi. İslam ordusu, büyük zorluk ve sıkıntılar içinde yola koyuldu. Kayda değer bir direnişle karşılaşılmasızın Suriye sınırlarına varıldı. Buraların genellikle Hıristiyan olan halklarına iyi davranıldı. Hazret-i Muhammed (sav) fethettiği beldelerin halklarına büyük bir hoşgörüyle yaklaşır,  dinî duygularına saygı beslerdi.  Çünkü O, Kur’an tarafından böyle yapmakla emrolunmuştu:
“Allah, kimin göğsünü İslam'a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nur üzerinedir.”  (Zümer, 22)
“Eğer onlar yüz çevirirlerse –bil ki- sen yalnız öğüt vermekle mükellefsin. Kullarına ne yapacağını en iyi Allah bilir.” (Âl-i İmran, 20)
Hazret-i Muhammed’in bu seferde kaydettiği başarılar; kendilerinden makul bir vergi almakla yetindiği Hıristiyanlara karşı gösterdiği hoşgörüden doğmuştu. Hazret-i Muhammed (sav) Medine’ye döndüğü zaman, fethettiği topraklarda bütün kalpler, Müslümanlığın insaf ve hoşgörüsüyle büyülenmiş durumdaydı.
Hazret-i Muhammed’in (sav) hayatının bu döneminde yaşanan bir hadise, tarafsız ve sağduyu sahibi eleştirmenlerin gözünde bazıları tarafından O’na yöneltilen sahtekârlık isnatlarını silmeye yeter: Hazret-i Muhammed’in (sav) biricik oğlu İbrahim vefat etmişti. Hazret-i Muhammed’in (sav) soyunun devamını temin edecek bu tek vesilenin de yitirilmesi gerçekten üzücü bir durumdu. Henüç bebeklik çağındaki İbrahim vefat ettiği esnada, tamamen bir tevafuk eseri Güneş tutulması yaşandı. İnsanlar, bu hadiseyi, göklerin hüzün ve kederinin işareti saydılar. Hazret-i Muhammed (sav) hurafe kokan bu kanaati teşvik etmesi beklenirken böyle konuşanlara yönelik şöyle buyurdu:
“Müslümanlar! Güneş de diğer yıldızlar da Allah’ın kudretinin eseridir. Dolayısıyla bir insanın hayatı veya ölümü sebebiyle asla tutulmaları beklenemez!”[53]
Hazret-i Muhammed (sav) bunun ardından Medine’ye döndü. Orada İslamiyet’i öğrenmek üzere gelen heyetleri kabul etmekle ve dünyanın bu kutsal coğrafyasında kurulmakta olan barış devletinin kanun ve kurumlarını düzenlemeyle meşgul oldu.
Hazret-i Muhammed’in Veda Haccı, İslam tarihinin en etikleyici ve büyük hadiselerinden biriydi. Saçlarını tıraş ettikten ve abdest aldıktan sonra Kâbe’ye girmiş ve Hacer-i Esved’i öpmüştü. Sonra Kâbe’yi tavaf etmiş, ardından Safa tepesine çıkıp tekbir getirmişti. Safa ile Merve arasında tekbirler getirerek sây etmiş, altmış üç deve kurban ettikten sonra altmış üç kölenin de özgürlüğünü vermişti.
Veda Haccından sonra Hazret-i Muhammed (sav) Medine’ye döndü. Bu defa ölüm kendisini bekliyordu. Yapmayı düşündüğü büyük işlerin ortasında takdir edilmiş olan vade gelip çatmıştı. Mekke’den döndükten kısa süre sonra şiddetli bir ateş nöbetine yakalandı. Bu nöbetin tehlikeli olması ihtimalini düşünerek kendisine en yakın olan kimselerin gelmesini arzu etti. Hastalık süresini sevgili eşi Hazret-i Aişe’nin (r) odasında geçirdi. Hazret-i Muhammed’in (sav) çektiği acılar gerçekten şiddetliydi. Bazen o sancıların ortasında; “Yahudilerin zehri beni öldürüyor, içimde her damarımın yırtıldığını hissediyorum” diye serzenişte bulunurdu.
Hazret-i Muhammed (sav) her şeye rağmen son nefesine kadar aklî fonksiyonlarına sahip kalmış, hatta Suriye seferi için hazırlanan büyük ordunun ihtiyaçlarını dahi inceden inceye düşünmeyi sürdürmüştür. Bu ordunun taşıyacağı sancağı alıp dualar ettikten sonra Üsame’nin yiğit ellerine teslim etmişti. Hazret-i Muhammed (sav) vefatından üç gün öncesine kadar bütün dinî vecibelerini ve cemaat imamlığını eda etmiş, iyice halsiz düştüğünü hissedince imamlık görevini eski ve aziz dostu Hazret-i Ebu Bekir’e (ra) tevcih etmişti.
Hazret-i Muhammed (sav) cemaat ile son namazını kıldıktan sonra şunları söyleyerek tevazu ve içtenliğiyle hepsini gözyaşlarına boğdu:
“Ashabım! Bir kimseye haksız olarak zarar verdiysem, şimdi hesabını istesin. Eğer bir Müslümana karşı hata işlediysem, hiç geciktirmeden hatamı burada açıklasın. Bir kimsenin malını aldıysam burada ödemeye hazırım.”
Cemaattan biri kendisinden üç dirhem aldığını söylemiş, parası hemen oracıkta ödenmişti. Hazret-i Muhammed (sav), “Öbür dünyada mahcup olmaktansa bu dünyada mahcup olmak yeğdir” buyurdu.
Hazret-i Fatıma (r) babasının ölüm döşeğine ilişmiş ağlıyordu. Hazret-i Muhammed (sav) kızına bakarak “Niye ağlıyorsun kızım?  Göklerde ve yerde kadınların en hayırlısı olmak sana yetmedi mi?” diye sordu.
Hazret-i Muhammed (sav) bütün kölelerini azat etti. Ölüm döşeğinin etrafında ağlaşan yakınlarına; “Ölümümden sonra ne yapacağınızı söyleyeyim? Bedenimi yıkayıp kefenledikten sonra yattığım yerin altına kazılacak mezarıma koyunuz.. Namazımı önce melekler kılacaklar. Sonra siz giriniz ve namazımı kılınız. Benim için Allah’tan rahmet ve mağfiret dileyiniz. Sizden sonraki Müslümanlara örnek olmak üzere hüzün ve matem tutmayınız. En büyük arzum,  ağlayıp figan ederek huzurumu kaçırmamanızdır.”
Hazret-i Muhammed (sav) bunları söyledikten sonra birkaç dakika kendinden geçti.
Hazret-i Muhammed (sav) vefat ettiği günün sabahı ellerini yıkayarak; “Rabbim! Ölümün zorluklarına karşı ruhuma güç ver!” diye dua etti. Sonra da kendinden geçti. Artık vefat anı iyice yaklaşmıştı. Hazret-i Aişe (r) diyor ki: “Peygamberin yanında oturuyordum. Başı kucağımda idi. Birden bire gözlerini açarak tavana dikti. Bu uzun bakış sırasında kısık bir sesle son sözlerini fısıldadı: Rabbim! Beni mağfiretine mazhar kıl. Bana yüce refakatini nasip eyle!” Sonra yere serili halının üzerinde huzur içinde ruhunu teslim etti.
Hazret-i Muhammed (sav) Hicretin on birinci yılı Rebîievvel ayının on ikinci günü, Miladi 632 yılı Haziran ayının sekizinci günü altmış üç yaşında dünya gözlerini yummuştu. Medine’de defnedildi.
Hazret-i Muhammed’in (sav) naşı, düşmanlarının akılsızca iddia ettikleri gibi direkler üzerinde havaya asılı hâlde değil, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’in (r) mezarlarının sağında toprağa gömülüdür.[54]
Hazret-i Muhammed’in (sav) vefatı, genel bir hüzün ve matem havası estirmişti. Herkesin ağzında ya da zihninde benzer bir soru vardı: “Acaba Peygamber’den sonra İslamiyet baki olabilir miydi?” Hazret-i Ömer (r) ölüm haberinin ilk sarsıntısıyla kılıcını çekmiş ve “Musa ve İsa gibi O’nun ruhu da bir süreliğine aramızdan çekilmiş olabilir. Ancak ergeç inananların arasına dönecektir!”[55]
Hazret-i Ebu Bekir (r) “Muhammed ancak bir peygamberdir. O’ndan önce de peygamberler gönderilmişti. Eğer O ölecek veya öldürülecek olsa geri mi döneceksiniz?” (Âl-i İmran, 144) ayetini okuyarak Müslümanları sakinleştirdi. Hazret-i Ebu Bekir’in (r) sahabenin metanetini sağlaması hiç de kolay olmamış, birçok güçlükle karşılaşmıştı. Fakat bizzat Hazret-i Muhammed’e (sav) indirilen ve O’nun tarafından müteaddit defalar okunan bu ayet, insanların duygusal tepkilerden kurtulmalarını sağlamaya yetti.
Hazret-i Muhammed’in (sav) vefatının ardından önce Hazret-i Ebu Bekir (r), ardından Hazret-i Ömer (r), ardından Hazret-i Osman (r) ve Hazret-i Ali (r) halife oldular.[56]
Burada işaret etmeden geçilmemesi gerekir ki Hazret-i Muhammed’in (sav), karşısında durulamayan kılıcı, Halifeleri zamanında Afrika, Asya ve Avrupa’yı saran büyük bir devlet kurmadan kınına girmemiştir. Müslümanlar zaferden zafere koşmuşlar; İran, Filistin, Suriye ve Mısır birbiri ardınca Müslümanların ellerine geçmiştir. On iki yıl gibi kısa bir sürede, Müslümanlar 36 bin şehir, kasaba ve köyü fethetmiş, 1400 Cami inşa etmiş, İskenderiye’den Tanca’ya bütün Afrika’yı İspanya’nın büyük bölümünü İslam hükümranlığına açmışlardır.
Müslüman yazarlar, fıtratın Hazret-i Muhammed’e (sav) bahşettiği fikrî kabiliyet ve ahlakî faziletleri kıvançla kaydederler. Hazret-i Muhammed (sav) büyüklere saygısı, küçüklere sevgisi ve muhaliflerine karşı hoşgörüsüyle herkes tarafından sevilmiş, saygı ve itibar görmüş bir insandı. O, muhataplarını ikna etme ve bunun gereğini yaptırma kabiliyetine sahip bir insandı. Tabiat kitabında adeta derya olan Hazret-i Muhammed’in (sav) beyni; amansız düşmanlarının başvuracakları bütün araçları kavrayacak ya da Müslümanların basit bir endişesini dahi akledip giderecek ölçüde kapsamlı ve girift bir yapıya sahipti. Ululuğun bütün mehabetiyle, sempatik bir tatlılığa sahip olan Hazret-i-i Muhammed’in (sav) açık ve akıcı konuşması, dinleyenlerde bir heyecan, saygı ve muhabbet doğururdu.
Kudretli bir âmirlik havasına sahip olduğundan irfan sahiplerini etkiler, cahillere ise yol gösterip irşat ederdi. Hazret-i Muhammed, bir arkadaş ve bir baba olarak insan fıtratının en nazik duygularıyla donanmış bir insandı.[57] Gerçekten şefkatli ve iyiliksever bir kalbe sahipti. Sosyal ve ailevî birçok sorumluluğu ifa ettiği halde hiçbir zaman “Allah’ın Elçisi” sıfatının yüceliğini zedeleyecek bir harekette bulunmamıştı.
Hazret-i Muhammed (sav), kendi işlerini görmekte tereddüt etmez, bütün Arabistan emrine girdiği dönemde bile söküklerini kendisi dikmekten, ayakkabısını bizzat kendisi tamir etmekten yüksünmez, koyunlarını sağar, evini süpürür ve ateşini yakardı.
Hazret-i Muhammed’in her gün yediği yemek hurma ve su, en sevdiği şeyler ise süt ve baldı. Seyahate çıktığı zaman yemeğini hizmetlisiyle bölüşürdü. Yardımseverliği teşvikteki dürüstlüğü de bizzat ölümü anında kanıtlanmış ve odalarında bulunan kasa ve kutuların tamtakır olduğu görülmüştür.[58]
Thomas Carlyle’ın “Kahraman-Peygamber” tiplemesi oldukça orijinal ve anlatıları o kadar güzeldir kitabımızda az da olsa bahsetmeden geçmeyeceğiz:
“Çölün bu derin kalpli evladı, parlak siyah gözleriyle, açık derin ruhuyla hırstan arınmış kafa yapısına sahip bir insandı. Hazret-i Muhammed (sav) gerçekten sakin ve muazzam bir ruhtu. Ancak samimi olabilecek bir yapıya sahipti. Sanki tabiat O’nu samimi olmak için yaratmıştı. İnsanların bir bölümü, tartışma ve ayrıntılar ile uğraşırken o kendi ruhuyla varlıkların özüne nüfuz ediyordu. Varlığın o büyük sırrı, bütün ihtişam ve dehşetiyle bu mütevazı insanın yüreğine doğmuştu. Bu adamın sözleri, doğrudan doğruya tabiatın sesiydi. İnsanlar bu sesi dinlerler ve dinlemelidirler. Başka bir şeye kulak asmamalıdırlar. Zira bundan başka her şey hiçtir. Bu adamın beyni binlerce fikrin mahşeridir. O kendi kendine daima “Ben neyim? Şu içinde yaşayıp ‘Kainat’ adını verdiğim ölçüye sığmayan şey nedir? Hayat nedir? Ölüm nedir? Neye inanmalı? Ne yapmalı?” gibi sorular sorardı.
Hira dağının, Sina dağının yalçın kayaları, kumlu inzivahanelerin hemen hiçbiri bu sorulara cevap veremiyordu. İnsanın tepesinde dönen alâim-i sema da bu sorular karşısında susuyordu. Sadece bu adamın ruhu ve o ruhta bulunan ilahî vahiy bunlara cevap veriyordu…”[59]
Hazret-i Muhammed’in (sav) peygamberliğini, kendi ailesi herkesten fazla tasdik ediyordu. Kendi kavmi kadar dağınık, aç ve çıplak Arapları derli toplu bir millet hâline getirmiş, onları yeni bir sıfat ve mahiyetle dünya milletlerinin önüne geçirmişti. Bunun milliyetçilikle hiçbir alakası da yoktu.
Hazret-i Muhammed’in inşa ettiği ümmet, otuz sene zarfında Bizans imparatorunu hezimete uğratırken İran Kisralığını yerle bir etti. Suriye, Irak, Mısır ve diğer ülkeler fethedilmiş, İslam fütuhatının sınırları Atlas okyanusundan Hazar denizine ve Maveraünnehir’e kadar uzanmıştı. On iki asırdır bütün bu çevrede Müslümanlık hâlen hüküm sürmektedir. Bunlar arasında sadece İspanya İslam dairesinden çıkmış görünüyorsa da Müslümanlık genelde hızla yayılmakta, Kuzey Asya, Orta Afrika ve Hazar denizi havzasında gelişimini sürdürmektedir
Kahraman-Peygamber işte böyle bir insandı. Hz. Muhammed’in (sav) dehası,  Zerdüştlüğü dağılmış bir inanç hâline getirmiş, Budizmi mağlup ederek Ganj havzasında süratle yayılmış, Hıristiyanlığın Doğu’daki egemenliğine son vermiş, Mısır’dan Cebel-i Tarık’a kadar eski Roma’nın Afrika’daki bütün arazilerini ele geçirmişti. Çok geçmeden yeni Roma’nın yani Bizans’ın kalbi istanbul’u da fethedecekti.[60]
 
 
BÜRDE KASİDESİ
İMAM BÛSÛRÎ[61]
 
Bu dünyanın ve öte dünyanın, göze görünür- görünmez yaratıkların,
Acemin, Arabın, bölük bölük bütün insanlığın Hz. Muhammed’dir başı..
 
Bir eşi yoktur O’nun emir ve nehiy peygamberliğinde;
 “Evet” i tam evetti, “hayır” ı tam hayırdı...
 
Her yönden hücum eden korkunun türlüsünden
Ancak O Sevgili kurtarabilir bizi, O’nun merhameti, O’nun şefaati...
 
Kim döndüyse sesine, koşup yapıştıysa O’nun eteğine,
Yapışmış oldu kopmaz bir ipe, hiç kopmaz ve tam kurtarıcı...
 
İçiyle ve dışıyla, ahlak ve yaradılışta üstündür,
öbür peygamberlerden bile;
Hiçbirinin ilmi, keremi O’nu geçemedi, O’nunkine ulaşamadı..
 
Ve hepsi umar ve bekler, Allah’ın Resûlundan;
Denizinden bir avuç su;
Yağmurundan bir damla  su yollamasını..
 
Dururlar huzurunda hepsi yerli yerinde..
Kimi ilminden bir nokta,
Hikmetinden bir hareke bir kısmı..
 
Peygamber ruhu alıp peygamber vücudunu,
mükemmel peygamber olunca,
O’nu Sevgili edindi seve seve insan yaratan, insan ören Rabbi..
 
Üstünlüğünde eşit ve ortak yoktu O’na kimse;
Güzelliğiyse parçalanmaz bölünmez bir bütündü, ne çıkacak,
ne eklenecek bir şey vardı...
 
Hristiyanların kendilerine gelen Resûl için dediklerini dememek şartıyla,
Öğ öğebildiğin kadar.. Yücelt yüceltebildiğince O Hakk Kahramanını..
 
Korkmadan istediğin ölçüde şerefi bağla O’na;
İstediğin ölçüde O’nun değerlilik hakkını tanı..
 
Erginliğine yok son ki, orada durup,
Dil, cesaretini bulsun, O’nu anlatmayı..
 
Mucizeleri bile gerçeğinin yanında sönük kalır;
Yoksa ismi anılınca çürüyen kemikler bile canlanıp ayağa kalkmalıydı..
 
Aklın yetişmeyeceği tekliflerle etmedi bizi imtihan;
Bizi sevdiğinden elbet.. Biz de hemen inandık O’na..
En ufak şüphe bize yaklaşmadı..
O’nun gerçeğine ermekte cümle âlem âciz kaldı;
Uzak âciz kaldı, yakın âciz kaldı, acz çepçevre sardı dört yanı..
 
Güneş küçük sanılır uzaktan bakılınca;
Göz dayanmaz amma, çıplak gözle bakıldı mı..
 
İnsan nasıl bu yerde anlar O’nun gerçeğini,
Ki rüyada görsen O’nu, sana yeter ömür boyu
Bu mutluluk ve O’nun nurdan bakışları..
 
İnsanlığın bilip bileceği şu, bilgilerinin sonu şudur ancak;
O insandır ve yaratılmışların en iyisi, en güzeli, en hayırlısı..
 
Ve Peygamberlerin halka gösterdiği mucizeler,
O’ndandı, O’nun nurundandı, O’nun habercisi, O’nun öncü ışıklarıydı..
 
Çünkü O erdemlik güneşi, öbür peygamberlerse yıldızlardır,
O yıldızlar ki; Güneşten aldıklarıyla aydınlatırlar karanlıkları..
 
Gel gör ki, Rabbim O’na neler verdi, nasıl süsledi O’nu..
Ahlâkını güzellikle sardı, müjdeyle, güler yüzlülükle benek benek noktaladı..
 
Latifliği bir çiçek, dolunay şeref ve değeri..
Cömertliği bir deniz, yardımı zamandır tıpkı..
 
Tek başına bir yerde, O’nu görsen, heybetinden
Sanırsın arkasında asker, asker,asker.. bir ordu gizli, bir ordu saklı..
 
O’nun tebessümünden ve konuşmasındandır sanki;
Sedefte saklı inci, İnciler hep sedefte saklı..
 
O’nun toprağının kokusundan daha güzel var mı koku?
Ne mutlu o kişiye ki koklamış, öpmüş ola o toprağı!
 
Doğuşu açıklar bize her yönden her açıdan O’nu..
Başlangıcı da iyi O’nun, sonu da..
Hoştur doğuşu ve batışı..
 
O doğum günü ki, iyi farkına vardı İran, indiğinin
Kendisi için korku, kendisi için ceza, kendisine cehennem âzabı..
 
Göçtü, darmadağın oldu Kisra’nın saray duvarları o gece..
Devleti de, bu duvardan başlayarak yarıldı, çatladı ve dağıldı..
 
Son nefesini verdi, korkudan mecûsi meş’alesi..
Ve Yahudi nehri, bilinmeyen bir yere alıp gitti,
Dert yuvası başını..
 
Ve sapık Save halkı, her günkü gibi
Su aldıkları göle gittiklerinde;
Bu da nesi?.. Kurumuş kül olmuş!
Döndüler elleri boş,
Kızgın kudurmuş ve çatlamış dudakları..
 
Sanki doğmuştu ateşte su,suda ateş duygusu!..
Tabiat, o gün yoldan çıkmışları, tabiatından çıkararak karşıladı..
 
Sanki, çarpıkların ateşi sıkıldı terledi de sulanıp söndü üzüntüden;
Sularıysa hüzünlerinden ateş gibi kızdı, buharlaştı..
 
Cinler çığlık atarlar, Nurlar, saçarlarken havaî fişeklerini
Hak böyle tantanayla çıkıyordu ortaya, Hakk’ın sesi ve ihtişâmı..
Kör oldular, sağır oldular, felç oldular, muştuları duymadılar,
Haberleri almadılar; görmediler korkutuş yıldırımlarını..
 
“Bundan sonra o eğri dinimiz belini doğrultup ayağa kalkamaz”
Dediler, haberini verdiler kâhinleri, ozanları..
 
Gökte yıldızların aktığı görülürdü
Ve aynı anda yerde putların devrildiği, yıkıldığı..
 
Ve vahy yolundan çekilip gitti bozgun
Şeytanların şahı; bozgun askeri yerinde kala kaldı..
 
Nasıl ki, Ebrehe’nin ordusu dağılmıştı;
İki avuçtan atılanla bir ordu kör olmuş, yere saplanmıştı..
 
Allah dedikten sonra o taşların atılışı
Rabbine yalvarır yalvarmaz balığın karnından atılanın çıkışını andırmıştı..
 
Yemin ederim ikiye bölünen aya,
O’nun kalbiyle ilgili aya..And içerim aya karşı!..
 
Ve o hayrı, keremi içine alan mağaraya..
And içerim ki, Kafirlerin gözleri içerdeki Işıktan kör oldu bakamadı..
 
And içerim ki, Muhbir-i Sadık mağaradaydı ve Sıddık mağaradaydı..
Görmediler ve sandılar ki, orda, kimsecikler yoktu ve olamazdı..
 
Ne bilsinler ki, örümcek O’nun için örmüş ağını..
Güvercin, O’nun için yuva yapmış, yumurta bırakmış uçup durmaktaydı..
 
 
Allah isterse bir güvercin, bir örümcek ağıyla da korur,
Kat kat zırhı ve yüksek kaleleri aratmaz,
onlardan müstağni kılar insanı..
 
Ve bir örnek daha:
Çağırınca Peygamber, Ağaçlar geldi, eğildi huzurunda;
Dallarıyla, kökleriyle yürüdüler; Çünkü yok ayakları..
 
Çizgiler çekerek yol ortasına, yazılar yazarak
Güzel yazılar yazarak; dalları budakları...
 
O bulut gibi ki, O nereye giderse üstünde o da oraya gider,
O’na, gün ortasında yakan güneşe karşı gölge yapardı..
 
Dünyanın sıkıntısı binince boğazıma
Hemen sarılır, sığınırım O’na..
O hemen kurtarır bu zavallıyı..
 
İki dünyaya ait hiçbir şey yok ki, o hayır saçan elden
İstemiş olayım da almamış olayım, olmadı..
 
Aklın ermeyince hemen inkâra kalkma rüya vahiylerini;
Belki gözleri uyurdu O’nun ama, kalbi uyumazdı..
 
Nübüvvetiyle O gerçeğin doruğuna çıkmıştı
Nasıl inkâr olunabilir erginlerin rüya durumları..
 
Allah’ın alanı bu. Ne vahiy çalışmakla olur
Ve ne de bir suçtur Peygamberin gâibi çizip anlatışı..
 
 
Bir dokunmakla nice hastayı iyi etti eli
Nice çılgınlık zincirini kırıp mahkûmlarını kurtardı..
 
Kara kıtlık yılları oldu, O’nun duasıyla canlı ve ak
Sanki gecenin oratasında ansızın bir dolunay çıktı..
 
Bulut akıttı durdu suyu öylesine ki, o kurak vâdilerde;
Oldu her sel bir arim seli, her ırmak bir deniz ırmağı..
 
Bırak konuşayım, anlatayım o mûcizeleri:
Geceleri dağlarda yakılan şölen ateşleri gibidir âşikârlıkları..
 
İnciyi işlersen değerlenir şüphesiz;
Ama işlemesen de inci incidir; incilikte farksızdır işlenmişi, hamı..
 
Ama nasıl uzanabilir hayali övüşün o yüceliklere
Ki orda hüküm sürer o davranış ve ahlâkın hârikalar mantığı..
 
Biri Kur’an Âyetleri: Haktır, Allah’tan gelmedir,
Ezelî ve ebedîdir, sonradandır, fakat yoktur öncesi başı..
 
Zamanla kayıtlı değil getirdiği kutsal haber
Son saatten, Addan, İremden haber...
Odur mutlak haberlerin saltanatı..
 
Devam edip gidiyor O’nun hükmü. Üstündür
Öbür peygamber mûcizelerine ki, tesirleri ve hükümleri ebedî olmadı..
 
Öyle muhkemdir ki, hamlede yıkar inkârı ve şüpheyi
Tartışma kabul etmez; hâkime hakeme yok ihtiyacı..

[1] Bundan sonra ‘siret’ olarak ifade edilecektir.(Çev.)
[2] Miladi Beşinci yüzyılda yaşayan tanınmış Grek ayrılıkçı Eutyches, Hazret-i İsa’nın ilahî ve beşerî tabiatlarının mahiyetlerinin birleşmesinden sonra tek bir tabiat ve mahiyet arz edecek biçimde karıştığını söylemiştir. Ona göre bir deniz, bir damla suyu nasıl içine alıyorsa Hazret-i İsa’nın beşerî mahiyeti de ilahî mahiyeti tarafından aynı şekilde özümsenmiştir.
[3] Libya kökenli Mısırlı bir ailenin oğlu olan Arius, dönemin önemli kenti İskenderiye'de büyümüş ve 312 yılında da Kilise'ye katılarak rahip olmuştu. Arius, Allah'ın birliğine iman ediyor ve o sıralarda Roma Kilisesi tarafından kabul edilmiş olan ve Hz. İsa'yı sözde tanrı sayan öğretinin yanlış olduğunu söylüyordu. Ariusçular ise konsilden sonra daha büyük bir baskı altına alındılar. İznik Konsili'ne imza koymayı reddeden Arius taraftarları aforoz edildiler. Ancak yine de yaklaşık yarım yüzyıl boyunca direnmeye devam ettiler. Ancak Kilise'nin ısrarlı baskıları karşısında 4. yüzyıl sonlarına doğru yavaş yavaş tarih sahnesinden çekildiler.(Çev.)
[4] “Gerçekten de Hıristiyanlık öğretisinin hocalarındaki gerileme, halkı onlardan uzaklaştırmıştı. Bunların yalanları, hurafeleri, azizleri, mucizeleri ve özellikle ruhbanlık geleneklerine aykırı hareketleri, Arabistan’da bulunan Hıristiyan kiliselerini pek trajik bir vaziyete düşürmüştü.” Bruce’s Travels, (Bruce Seyahatnamesi), c. i, s. 501.
[5] Meryemîler (Marianites) olarak bilinen bir mezhebin bağlıları, Rûhü’l-Kudüs yerine, Hazret-i Meryem’i (a) koyan yeni bir Teslîs (Üçleme) oluşturma girişiminde bulunmuşlardır.
[6] Mekke bazen Bekke olarak da anılır. Antik çağda dünyanın belli başlı şehirlerinden biriydi. Kelime anlamı itibarıyla büyük görüşme ve ilişkilerin yaşandığı yer demektir (Bk. Sale, Introductory Discourse). Mekke bir site devlettir. Hazret-i Muhammed’in (sav) doğduğu dönemde, bir tür aristokratik cumhuriyet olarak yönetilmekte ve şehir nüfusunu oluşturan kabileler, iktidar gücünü ve görevleri paylaşmış durumda idiler. Şehrin genellikle en yaşlı kabile büyüğünün başkanlık ettiği bir tür senatosunun olduğu da bilinmektedir.
[7] Peygamberimizin (sav) doğum tarihiyle ilgili olarak İslam kaynaklarının neredeyse tamamının ittifak ettikleri bilgi; 20 Nisan 571 tarihine rastlayan Rebîü'l-evvel ayının 12'nci günü Pazartesi gecesi olduğu yönündedir.(Çev.)
[8] Bk. Dr. Coverhill, Exposition; Dr. Hall, Analysis, c. 1, s. 188.
[9] Bk. Rev. Charles Foster, Mohammedanism, c. I, s. 139.
[10] Kâbe, adı verilen bu bina, İslam dini açısından yeryüzünün en mukaddes noktasını teşkil eder. Kâbe, ahşap tavanı hurma direkleri üzerinde yükselen küp şeklinde bir yapıdır. Yağmur sularının akması için kullanılan saçakları altındandır. Dış yüzünü saran örtü siyah atlas kumaştan olup her yıl değiştirilir. Örtünün üstü altın simden işlemelerle süslenmiştir. Burckhardt günümüzdeki Kâbe hakkında şunları söylemektedir: “Efsanevî bir örtüye bürünmüş, altın ve gümüşün lambalar altında parladığı, eşsiz kalabalıkların önünde secdeye kapandığı, hayal gücünün resmedebileceğinin ötesinde bir görünüme sahip bir mabet.”
[11] Antik çağda hâkim olan çoktanrıcılık inanışının köklerinin bu tarz kenarsız veya konik taşlara tapılmada kendini gösterdiği görülmektedir. Benzer bir paganist tapınma formunu Grek mitolojisinde görmekteyiz. Bu da söz konusu tapınma biçiminin o insanlar tarafından benimsendiğini kanıtlamaktadır. Nitekim benzer tapınma biçimleri Araplara komşu olan Suriye halkında Belu ya da Baal denen puta tapılması biçiminde tezahür eder.” (Schlegel, Philosophy of History); Aynı kült, Hindular arasında da Lingham adıyla bilinmektedir.
[12] Bazı Müslüman yazarlar, Hazret-i Muhammed’in (sav) sünnetli olarak doğduğunu, bu sebeple sünnet merasimi yapılmasına gerek kalmadığını ifade etmektedirler. Goropius Becanus da Origines Antverpianne adlı eserinde Hazret-i İsa’nın (a) sünneti hakkında ilginç bilgiler vermektedir: İlk Haçlı Seferi esnasında Godefroi de Bouillon Antverp kadınlarının Ters adı altında Priapus’a taptıklarını duymuş, bunun üzerine kendilerine Hazret-i İsa’nın (a) sünnet derilerinden birini göndererek onları bu asılsız ibadetten korumak istemiş, ancak başarılı olamamıştı. Hazret-i İsa’nın hâli hazırda on iki sünnet derisi olduğu söylemektedir. Bunlardan biri, Coulombs Keşişlerinin elindedir. İkincisi, Charroux Kilisesindedir. Üçüncüsü Almanya’da Hildesheim’dadır. Dördüncüsü Roma’da St. Jean-de-Latran Kilisesindedir. Beşincisi Antwerp’te, altıncısı Puyen Velay’da Notre Dame Kilisesindedir.
[13] Hazret-i Muhammed’in (sav) sütannesiyle geçirdiği süre pek kısa olmasına rağmen, O sütannesinden gördüğü şefkati her zaman minnetle anmıştır. Sütannesi Halime, Hazret-i Hatice ile evlenmesinden sonra kendisini Mekke’de ziyaret etmişti. O yıl çok kuraklık olmuş ve hayvanlar telef olmuştu. Hazret-i Muhammed (sav), eşi Hazret-i Hatice’ye sütannesinden bahsetmiş, o da kocasının sütannesine tahtırevan taşıyabilen bir deve ile kırk koyun hediye etmişti. Halime, Mekke’den ayrılırken çok mutluydu. Bir başka ziyaretinde Hazret-i Muhammed (sav) hırkasını yere yaymış ve sütannesi üzerine oturmuştu. Bütün bunlar, O’nun sütannesine duyduğu şükran ve minnettarlığın ifadesinden başka bir şey değildi.
[14] Duha sûresi, 6
[15] İslam dininde Allah’ın varlık ve birliğine iman etmeden ‘şirk veya küfür’ ölen kimseler için dua etmek men edilmiştir.
[16] Takdis Etmek: Hıristiyan terminolojisinde bir mekâna, kişiye dua etmek, ona dinî bir hava ve sıfat kazandırmak gibi anlamlar içermektedir.(Çev)
[17] “Hazret-i Musa (a) ve Hazret-i Muhammed (sav) peygamberlerin ikisi de tefekkür ehli olmaktan çok faaliyet insanlarıydı. Arkadaşlarına ve takipçilerine hareket ve faaliyet telkin etmeleri sebebiyle insanlık üzerinde etkileyici olmuşlardı…” Renan, Life of Jesus, bölüm. iv.
[18] İslam kaynaklarına göre Peygamberimiz (sav) bu evliliği yaptığında 25 yaşındadır. (Çev.)
[19] “O (Hz. İsa) da babalığı olan Yusuf-i Neccar’ın mesleğine devam etmiştir. Bu, kesinlikle utanılacak veya hor görülecek bir şey değildi. Bilakis Yahudi geleneklerine göre fikrî/ilmî çalışma yoluna girecek kimselerin meslek öğrenmeleri şarttı…” Renan, Life of Jesus, bölüm. v.
[20] Yazar, burada bir tutarsızlık sergileyerek az önce ‘ümmî’ olduğunu naklettiği Hazret-i Muhammed’in (sav) İncil ve Tevrat okuduğunu söylemektedir. Bu açık bir tutarsızlık olup bizce muteber olan başta Kur’an ayetleri olmak üzere İslami ve gayri İslami kaynakların vurguladıkları şekilde ‘Ümmi’ yani okuryazarlığı olmayan bir insan olduğudur.(Çev.)
[21] “Hazret-i Muhammed (sav) sürekli mahzun bir ruh hâli içindeydi. Devamlı surette dalıyor, dinlenmiyordu. Gerekmedikçe konuşmuyor, genelde suskun duruyordu. Dilinin ucuyla konuşuyor, sonra duruyordu. Kendini mana yüklü kısa cümlelerle ifade ediyordu. Bu cümlelerde ne çok, ne aşırı az sözcük kullanıyordu..” Kâtibu’l-Vakıdî,. S. 81.
[22] Yazar, Hazret-i Muhammed’in (sav) risalet öncesi dönemiyle ilgili bu ifadelerinde sanki bir riyazet ve manevi eğitim alınmış gibi bir tablo çizmektedir ki bu, hakikati tam olarak yansıtmamaktadır. Vahiy, tamamen ilahî kaynaklı bir nüzul olup riyazet ve mücahede ile kazanılması imkânsızdır. Bu dönemdeki inziva ve tefekkür süreci, Hazret-i Peygamber’in arayışının bir ifadesi olabilir ki bunu Kur’an da teyit etmektedir: “Seni arayışta bulup yol göstermedi –hidayete çıkarmadı- mı?” [Duha, 7] (Çev.)
 
[23] Ramazan, Güneşin şiddetli sıcağından dolayı taşların yanıp kızması anlamına olan ramad kelimesinden alınmıştır. Ayın bu ismi alma sebebi, antik Araplarda Kamerî Takvimin bulunduğu sırada Ramazan’a rastlayan ayda yaşanan aşırı sıcaklardır.
[24] Alak, 1-4.
[25] Müellif bu paragrafa ait dipnotta üstte isimlerini zikrettiği kişilerle ilgili ayrıntılı bilgilere yer vermektedir. Bunların konuyla doğrudan ilişkisi olmadığı açıktır. Öte yandan Hazret-i Peygamber’in (sav) böyle bir bağlamda mistik deneyim sahipleriyle mukayesesi de O’nun seçilmiş konumuna uygun düşmemektedir.(Çev.)
[26] Hazret-i Ebu Bekr’in (r) asıl adı Abdül-Kâbe idi. Müslüman olunca Peygamber ona “Allah’ın Kulu” anlamına gelen Abdullah adını verdi. Fakat daha sonra kızı Hazret-i Aişe’yi (r) Hazret-i Muhammed (sav) ile evlendirmesi ve onun da Peygamberin tek bâkire eşi olması sebebiyle “Bakire Babası” anlamına da gelen Ebu Bekr lakabıyla tanınmıştır.
[27] Fussilet, 2.
[28] Fussilet, 6.
[29] Fissilet, 7-11.
[30] Fussilet, 36.
[31] Fussilet, 42-43.
[32] “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin).” (Bakara, 23) Öte yandan Hazret-i Muhammed’in (sav) risaletinin hak oluşunun bir diğer kanıtı olarak dağınık hâldeki Arapları kendisi etrafında toplaması zikredilerek şöyle buyrulmaktadır: “Müminlerin kalplerini birbirlerine O ısındırdı. Yoksa yeryüzünde ne varsa sen hepsini harcasaydın yine de onların kalblerini (böylesine) ısındıramazdın. Lâkin Allah, kalplerini kaynaştırdı. Muhakkak ki, O Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfal, 63)
[33] Müellifin bu konudaki tesbiti, esasen şu Kur’an ayeti tarafından teyit edilen husustur: “Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse; bir delik açıp yerin dibine inerek yahut bir merdiven kurup göğe çıkarak onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa durma, yap! Eğer Allah dileseydi elbette onları hidayet üzere toplardı. O halde sakın cahillerden olma.” (Enâm, 35) Burada, mucize talepleri ve bunlar karşısında Efendimizin duyduğu sıkıntı ve Yüce Allah’ın bunlarla ilgili emri gayet açık bir şekilde beyan edilmektedir. Efendimizin mucizeleri böyle talepler üzerine değil kendiliğinden gelişmiş hadiseler niteliğindedir. Aksi takdirde diğer kavimler gibi Mekkeli müşriklerin de helak edilmeleri farz olurdu.(Çev.)
[34] Katolik kilisesinin meşhur tabibi olan bu zat 1221 senesinde doğmuştur. Fransiskan tarikatının başı olmuştur. Onun metinleri, Fransiskanların mistisizmini etkilemiş ve onu onların Manevî Tabibi derecesine çıkarmıştır.
[35] Gibbon, Decline and Fall, c. v, s. 511 dipnot. (Bohn Neşri).
[36] Bazı yazarlar, Hazret-i Ali’nin (r) bu sözünü, “Sana karşı çıkanların dişlerini kıracak, gözlerini oyacak, karınlarını deşecek ve bacaklarını kıracağım” şeklinde naklederler ki bu yanlış anlama, esasen Gagnier tarafından Ebu el-Feda tercümesinde işlenen bir tercüme hatasından kaynaklanmaktadır. 
[37] Bu bilgi, gezgin Burckhardt tarafından aktarılmıştır. Söz konusu türbe, günümüzde mevcut olmayıp tarafımızca hazırlanan Tematik Siyer Atlası isimli eserde resmi bulunmaktadır. (Çev.)
[38] İlgili paragraf şöyledir: “Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren O (Allah) Yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir.” (İsrâ, 1) İsra hadisesiyle ilgili tafsilatlı açıklama için bk: Taylor, History of Mohammedanism, giriş ii, s. 334.
[39] Hazret-i Peygamber’in (sav) İsra ve Miraç mucizesi Mekke’de vuku bulmuştur. Hâlbuki İslam kaynaklarının büyük bölümüne göre Hazret-i Âişe ile fiili evliliği Medine’ye hicretinden sonra gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu rivâyette bu anlamda bir sorun bir mevcuttur.(Çev.)
[40] Müellifin naklettiği bu sahneler, sahih hadis kaynaklarımızda da yer alan hususlardır.(Çev.)
[41] Hazret-i Aişe (r) bunun bir rüya olması gerektiğini, çünkü seyahatin gerçekleştiği bildirilen gece kendi yatağında olduğunu belirtmiştir.
[42] Ehli Sünnet bilginleri arasında el-Cennabî gibi bazı zatlar, İsra ve Miraç’ın imana konu bir husus olduğunu, binaenaleyh onu inkâr edenin Kur’an’ı da inkâr etmiş sayılacağını söylemiştir.
[43] İsra ve Miraç mucizeleriyle ilgili bu rivayetlere alay ve istihza ile yaklaşan birçok Hıristiyan müellif, insaflı davranmalı ve bu hadise hakkında Hazret-i Yakup’un (a) rüyaları hakkında geçerli olan kıstasların geçerli olacağını söylemeliydiler. (Genesis, Bölüm xvii.. 11 ve 12; Ezekiel, Bölüm i, 4-99 Böl. iv. 12-15; Danyal, Bölüm vii, birçok yerde; Havarilerin Fiilleri, Bölüm. ix, 3, 6, 9,; Vahiy, birçok yerde)
[44] Bu hicret, gördüğümüz gibi ilk hicret değildi. Medine’ye hicreti ilk gerçekleştiren Müslümanların üçüncü halifesi Hazret-i Ömer’di. Onun hicret yolculuğuna çıkma tarihi 16.Temmuz.622 idi. Hazret-i Muhammed’in (sav) Mekke’den ayrıldığı gün ise Rebii ayının ilk günüydü. Bu da miladi takvime göre 12.Eylül tarihine rastlamaktadır. Hâlbuki hicrî takvim bundan yaklaşık iki ay önce yani 1.Muharrem tarihinde başlamakta ve bu sebeple de Muharrem ayı Hicrî ayların ilki olmaktadır. Takvime başlangıç olarak 1. Muharrem’in seçilme sebebi, Medine’ye hicretin o tarihte başlamasıdır. Hicretin takvim olarak kabulü, Hicri 17. yılda Hazret-i Ömer’in (r) halifeliği zamanında olmuştur.
[45] Doğu milletleri arasında Yahudiler Kudüs’teki Mabede, Müslümanlar Kâbe’ye, Sabiîler meridyene, Ateşperestler doğuya yönelirler.
[46] Hazret-i Muhammed (sav) ezan geleneğini, müminleri ibadete çağırmanın yolu olarak vaz etmiştir. Ezan, diğer dinlerdeki davul çalma, çan çalma gibi çağrı araçlarının Müslümanlıktaki alternatifidir.
[47] Buharî’de yer alan bir hadiste şöyle geçer: “Allah O’na dünyanın hazinelerini teklif etti, fakat O kabul etmedi.”
[48] Oruç farizasını eda etmeyenlerin cezası, gayet makul ve ölçülüdür. “Oruç tutamayanlar, bir yoksulu doyuracak fidye versinler.” Bakara, 184. Oysa Hıristiyan İmparator Şarlman devrinde, hatta onyedinci asırda Hıristiyan orucunu ihlal edenlerin cezası kelleleri uçurulmak suretiyle idamdı. 1629 yılı 1 Nisan günü öldürülen ve bir çayıra atılan atın etinden yediği anlaşılan Claude Guillon adında bir adam bu suçtan dolayı aynı yılın 28 Temmuz günü idam edilmiştir. İnsanlık ve uygarlığın hangi tarafta olduğunu sormakta haklı değil miyiz?
[49] Hazret-i Selman-ı Farisî (Çev.)
[50] Antik Arap takviminde sene 360 günden oluşmaktaydı. Kâbe’ye, bu günlerin her biri için bir put konulmuştu. Bunlar insan, kartal, aslan, ceylan gibi canlıları temsil eden heykellerdi. En büyük put ise, Suriyeli bir heykeltıraş tarafından kırmızı akik taşından yapılmış Hübel putuydu. Bu butun sağ elinde başsız yedi ok bulunurdu. İnsanlar, kaderleriyle ilgili kehanetleri bu oklar vasıtasıyla öğrenirlerdi.
[51] Müellifin kasdettiği Kur’an-ı Kerim, bütün insanlığa yönelik bir vahiydir. Günümüzde de böyle olduğu görülmektedir.(Çev.)
[52] “Şüphesiz, Biz sana apaçık bir FETİH verdik.”
“Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola yöneltsin.”
“Ve Allah, sana ‘üstün ve onurlu’ bir zaferle yardım etsin.”
“Mü'minlerin kalplerine, imanlarına iman katıp-arttırsınlar diye, 'güven duygusu ve huzur' indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır: Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fetih, 1-4)
[53] Bu konu, yani soyunu devam ettirecek erkek çocuklara sahip olamama hali özellikle o devrin erkekleri açısından hayli üzücü bir durumdu. Hazret-i Muhammed’in (sav) başarısını kıskananların O’nu küçük düşürmek için en çok kullandıkları noktalardan biri de budur. Nitekim O’na ‘Soyu olmayan’ anlamında Ebter demişlerdir.
[54] Bu kanaatin kaynağı hiç kuşkusuz Pliny The Elder’dir. Ona göre Hazret-i Muhammed toprağa gömülmeyip bir kubbenin üzerine konulmuştur.(Hist. Natur. Lib. xxxiv. 42) Anlatıya göre Erostrates tarafından yıkılan meşhur Efes Tapınağını inşa eden kişi Grek mimar Dinocrates idi. İskenderiye’deki Arsinoe tapınağının kubbesinin altına ise öyle mıknatıslar yerleştirmişti ki kraliçenin demir sandukası havada asılı gibi durmaktaydı. Ortaçağda batılılar da Hazret-i Muhammed’in (sav) mezarının böyle olduğuna inanıyorlardı.
[55] Müslümanlar, Hazret-i İsa’nın (a) kıyamete yakın bir zamanda dünyaya döneceğine ve sahte Hıristiyanlarla mücadele ettikten sonra Medine’de Hazret-i Muhammed’in yanına defnedileceğine inanırlar. Mezar yerinin boş tutulduğu söylenmektedir.(Bk. Lieutb Burton, Pilgrimage, c. ii)
[56] Siyere yönelik bu çalışmamız, tabiatıyla ve olması gerektiği biçimde Hazret-i Muhammed’in (sav) vefatıyla sona ermektedir. Okur, Ehli Sünnet ile Şia ekollerinin Hilafet kurumuna bakışlarıyla ilgili farklı yorumları ilgili kaynaklarda görebilir.
[57] Hazret-i Zeyd’in (r) Mute savaşında şehit düşmesi üzerine Hazret-i Muhammed (sav) onun kız çocuğunu sevip teselli ediyordu. Bir bedevi bu sahneyi görünce şaşırarak sordu: “Gözlerime inanamıyorum?!” Ona göre çocukları sevmek bir zayıflık belirtisiydi.  Hazret-i Muhammed (sav) adama, “aynen gördüğün gibi, çünkü o sevgili bir dostun, bir can yoldaşının yadigârıdır” buyurdu. Hazret-i Muhammed, Hazret-i Hatice’den olan kız Hazret-i Fatma’yı aşırı severdi. Bu sevgi onun çocukları olan torunlarına yansırdı. Kısacası Hazret-i Muhammed (sav) sevgi dolu bir babaydı.
[58] Daha içten, su götürmez tarihsel taynaklara bakıldığında Hazret-i Muhammed’in hakiki karakterinin böyel olduğu kanıtlanmaktadır ki Maracci, Prideaux ve daha yakında Frederick Schlegel ve diğerlerinin yazdıklarıyla çelişir mahiyettedir. Hatta bir tarihçi Bizans dilinde ‘hayvan’ anlamına gelen Maomeths kelimesini onunla bağdaştırmakta ve ebced harflerine göre, MAOMETHS kelimesindeki harflerin sayısal karşılığının Hayvan (Beast) ile aynı olduğudur.
[59] Carlyle, Works, cilt. vi s. 225.
[60] Hâlen İstanbul’da Topkapı Sarayında muhafaza edilen Mukaddes Emanetler arasında, Hazret-i Muhammed’in (sav) kaftan ve hırkası,  Ukab denilen siyah sancağı bulunmaktadır. Bizans’ın en büyük mabedi olan ve Müslümanlar tarafından Camiye dönüştürülen bu mekânda Hazret-i İsa’nın gerildiği çarmıhın özerindeki mıhlar da teşhir edilmektedir. Bunlar büyük imparator Constantin zamanında ana kraliçenin isteiği üzerine Kudüs’ten buraya getirilmişti. Kütüphanenin geçmişini yansıtan bu gezintide İslam sanatlarını en güzel numunelerini bulmak mümkündür.
[61] İmam Bûsûrî; 1.Şevval.608 (7 Mart 1212) tarihinde Mısır’da dünyaya geldi.  Adı Muhammed Şerefuddin olup el-Bûsîrî nisbesiyle tanınmıştır. Baba tarafından Bûsîr’li olduğu için Bûsîrî, annesi tarafından Delâs’li olduğu için de Delâsî olarak anılır. Hayatının sonlarına doğru felç olan Bûsîrî, rivayete göre Hz. Peygamber için yazdığı bu kaside sayesinde hastalıktan kurtulmuş ve uzun bir ömrün ardından seksen küsûr yaşlarında İskenderiye'de vefât etmiştir. (Ö.696/1296-97).
Buradaki Türkçe metin, dilimizin en büyük şairlerinden Sezai Karakoç beyefendinin tercümesinden iktibas edilmiştir.(Çev.)

bizi takip edin

Find Rahmet peygamberi Sitesi on TwitterFind Rahmet peygamberi Sitesi on FacebookFind Rahmet peygamberi Sitesi on YouTubeRahmet peygamberi Sitesi RSS feed